26 Ağustos 2011 Cuma

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (8)


Yola çıktıklarında önce birtakım talimatlarda bulunup kararlaştırılan yerde ve saatte herkesin hazır bulunması ricasında bulunan rehber, daha sonra sıradaki ziyaret yeri hakkında bilgiler verdi. Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın kızı olan Seyyide Zeynep’in türbesine gidiyorlardı.

Dünyanın her tarafındaki Şiilerin akınına uğrayan bu türbe, Şam’daki diğer türbelerden çok faklıydı. Yol boyunca uzanan seyyar satıcı tezgâhlarının ve dükkân önlerinde sergilenen yığınların neden olduğu darlık hissi, türbenin avlusuna girer girmez yerini ferahlığa bırakıyordu. Beş ton altınla süslenmiş kubbeden yansıyan ve gözlerini kamaştıran ışık, büyük itina ile örülmüş çinili minarenin güzelliğini görmelerine engel olamamıştı.

Tamamen İran kültürünün mirası olan Seyyide Zeynep türbesinde şahit oldukları bu kalabalığın hareketlerini bir süre takip ettiler. Az önceki 37 ekran televizyonun ekranında izlediği kişi, sanki oradan fırlayıp gelmiş ve önünde oturan bir grup için ağıtlarına burada devam ediyor gibiydi. Az ileride çok yüksek sesle ağıtlar yakan bir başkası, yorulduğu için yanındaki yaşlıya işaret ediyor ve onun devam etmesini istiyordu. Her revakın sütunu koltuk edinmiş kişiler, ya ellerindeki kitapları okuyor ya türbenin cazibesine dalıyor ya da sallanarak bir şeyler mırıldanıyorlardı.

Türbenin modern lavabolarında abdest aldıktan sonra, türbenin dış görünüşüne uyum sağlayamadığı belli olan halılar üzerinde, Babacan Halil Amca’nın imametinde öğle namazlarını cemaatle eda ettiler.

Kubbesi epey uzaktan parıldayarak güzelliğinden haber veren bu türbenin, içinin dışından geri kalmadığını içeri girdiklerinde fark ettiler. Adım atmakta zorluk çektikleri kalabalığın içine daldıklarında, rengârenk seramiklerle süslenmiş duvarlardan ve kristalden göz kamaştıran avizelerden kimsenin haberi yok gibiydi. İçerideki herkes demir nikabın kapattığı mezarı görmek için bir yarış içerisindeydi. Ancak bu nikabın bir ucundan tutan bir daha bırakmak istemeyince kalabalık izdihama dönüşüyor ve mezarı görmek çok az kişiye nasip olabiliyordu.

Masum gözlerle etraflarında olup biteni anlamaya çalışan biri kız iki çocuk, ellerini sıkı sıkı tuttukları babalarının hareketlerini taklit ederek türbeyi ziyaret ettikten sonra ya da türbeye biraz yaklaştıktan sonra, yüzleri türbeye dönük olarak giriş kapısına doğru ilerlediler ve kapıyı öpüp gözden kayboldular. Onlar da türbeyi değil görmek, yaklaşmanın bile mümkün olmadığını anlayınca selam verip birer fatiha okudular ve kapıya yöneldiler.

Gruptakiler dışarı çıkmışlardı, ancak Bilal avını kollayan bir leopar gibi etrafı inceliyordu. Birden hızlıca fotoğraf makinesini çıkarıp uygun gördüğü bir açıyı yakaladı ve deklanşöre bastı. Burada gördüklerini arkadaşlarıyla paylaşmaya kararlıydı. Ama gizlice hareket etmek zorundaydı. Çünkü fotoğraf çekmenin yasak olduğunu ve Şiilerin buna hiç tolerans tanımadığını biliyordu. Ancak bir şeyi unutmuştu. Makinenin flaş ayarı otomatiğe ayarlı olduğu için ortalığı birden beyaz bir ışık kaplamıştı.

Kimse sesini çıkarmasa bile o anki korkusu Bilal’e yetip de artacak seviyedeydi. Ancak bu kadarla kalmadı. Bir tarafı tutulmuş gibi hareketsiz duran Bilal, kızgın gözlerden fırlayıp cesaretini yaralayan bakışlardan kurtulmak için yavaş yavaş geri dönmeye çalışıyordu ki, arkasından hızlıca gelen sivil kıyafetli bir kişi elindeki makineyi kavradı. Neye uğradığını şaşıran Bilal, makinenin ipini koluna geçirmiş olmasına hiç bu kadar sevineceğini düşünemezdi. Sivil polis olduğunu düşündüğü adam Farsça bir şeyler söylüyordu. Hatta bağırarak konuşuyordu. Hiçbir şey anlamamasına rağmen anlamış gibi kafasını salladı. Etraftaki bazı yaşlı kişilerin bağırarak konuşan adama muhtemelen daha yavaş sesle konuşması ikazını fırsat bilerek “Esselamu aleykum” deyip kapıya yöneldi.

Dışarı çıktığında gruptakilerin kendisini merakla bekliyor olacağını düşünüyordu. Ama kendisinden başka kimsenin kalmadığını fark edince, yine geç kaldığını anladı ve otobüsün kendilerini bekleyeceğini bildiği yere doğru koşarak Seyyide Zeynep türbesinden ayrıldı.

Biner binmez otobüs hareket etti. Zaten çalışır vaziyetteydi. Herkes Bilal’e çok kızmıştı, ama o geldikten sonra pek çoğunun öfkesi dinmişti. Diğerlerinin ise, az sonra rehber mikrofonu eline alıp sıradaki yerin Emeviye Camii olduğunu söyleyince öfkeleri neşeye dönmüştü.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Sultaniyegah makamında (Bu da seslendirilmiş hali)


Sultaniyegah makamında


Osman Sertuğ Çalışkan kardeşime ait bir şiir...


Kurşuni bir güzdü gidişin
Ve sonra hiç yüzü gülmedi
Denizin…
yadigar kaldı,
Sensizliğin sessizliği
Tan yerine. 
Andolsun samyeli
Kuytuların
fısıldaşan bekçilerine
-ki onlar da Ellerinde
büyümüştü senin-
kalmadılar bu yerlerde.
Gözleri dolu dolu
 doru atlar ile
kanatlandılar birbir.
Ve nicedir
duyulmadı
Bu yerlerde
İbrahimî
Bir Tekbir.

Yağmur inci kırpar gözlerini
Kuş tüyü günahlar
Belini büker
Ah zümrüt gözlerinde saklım,
Salkım söğütler altında
Hangi aşk biter?

Kıvranır ay taneleri
Durgun sularda
Bir kelebek ömrü yaşar
Ürpermeyen aşk.
Ya her demde uğradığın
Bu kuytularda
Kızıl ve efsuni bir sır
Seni saklayacak
Yahut
sukuti bahçelerde
Gönül ağlayacak!

Sana değmesin salkımsöğüt gölgesi
Kimin hevesiyse bu
Ölüm neşvesi
Durmasın buralarda şimdilik
Ve ellerinde pak ve lirik
bir hüzzam bestesi dokunsun
Sana gülendam akşamlarda
Bir Eyup Sultan
sessizliği
Bana bir
Yasin suresi
Okunsun…

Osman Sertuğ
18.05.2011

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (7)


Çok sayıda yeşil kubbeli türbe gördüğü bu mezarlığın, Ehl-i Beyt mezarlığı olarak bilinen Babü’s-Sağir Mezarlığı olduğunu öğrenecekti. Rehberden öğrendiğine göre, Hz. Muhammed’in soyundan gelenlerin türbelerini belli etmek için bu renk kullanılıyormuş. Türbelerin yeşil kubbeli olanlarını tek tek ziyaret ettiler. Kerbela’da şehit edilen Hz. Muhammed’in torunlarından 16’sının kafasının gömülü olduğu Şam Ehl-i Beyt Mezarlığı’nı ziyaret ettiklerinde içi burkuldu. İçeri girdiğinde bu 16 kafayı temsilen konan 16 kavuktan çok, kabrin arkasında bir kuytuya tek sıra halinde sıralanıp bir şeyler mırıldanarak göğüslerine vuran kişiler dikkatini çekmişti. Bir anda kendisini İran’daymış gibi hissetti. Ancak kendisini böyle hissettiği tek yer burası olmayacaktı.

Buralara ta İran’dan gelen ziyaretçiler bu şahıslara biraz daha yakın olup onlar hakkında bir şeyler öğrenmek isterken, kapının yanına tezgâhını dayayıp müşteri bekleyen seyyar satıcı, 37 ekran televizyonunda, bağladığı video çalar vasıtasıyla oynattığı kasetle dikkat çekip video kasetlerini satmaya uğraşıyordu. Yanık sesiyle Farsça ağıtlar söyleyen kişinin sesi etkilemiş olacak ki, ziyarete gelenlerden biri duvarın dibine çökmüş ekrana yansıyanları seyrediyordu...

Hz. Bilal’le ilgili anlatılanlara duygulanmış ve Hz. Muhammed’in torunlarına yapılanları duyunca hüzünlenmişti. Ama Hz. Abdullah ibni Ümmü Mektum hakkında anlatılanları duyduğunda tebessüm etmişti. Onun kabrinin başında rehberin anlattıklarına göre, Hz. Muhammed bir gün Mekke müşriklerinin önde gelenlerine İslamiyet’i anlatırken âmâ olan Hz. Abdullah gelmiş ve Hz. Muhammed’den (a.s.m.) gelen vahyi kendisine de anlatmasını istemiş. Hz. Muhammed de “Şimdi sırası mı?” der gibi biraz yüzünü ekşitmiş. Bunun üzerine bir sure nazil olmuş ve dini isteyene anlatması uyarısında bulunmuş. Bundan sonra Hz. Muhammed (a.s.m.), Hz. Abdullah’ı her gördüğünde “Ey Rabbimin kendisi yüzünden beni azarladığı adam” diye latife etmiş.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (6)


İlk gidecekleri yer Hz. Bilal türbesiydi. Rehberin özellikle burayı seçmesinin en önemli nedeni, burada çok sayıda sahabe kabrinin olmasıydı. Yani kısa bir zamanda çok ziyaret yapmış olacaklardı. İsimlerini bir şekilde duydukları, haklarında pek çok şey öğrendikleri İslam’ın kuruluş yıllarında önemli görevler üstlenen bu insanların kabirlerini görme imkanı bulacaklardı.

Bilal otobüsten en son inenlerdendi. Otobüsün önüne geldiğinde aracı uygun bir yere park edip onları bekleyecek olan şoförle yalnız kaldığını, diğerlerinin gitmiş olduğunu fark etti. Etrafına bakınınca Babacan Halil Amca’nın dar bir sokağa girdiğini fark etti. Demek oraya girdiler, diye düşündü ve koşmaya başladı. Yetişir yetişmez grubun içine daldı. Oradan rehberin yanına gidip neden bu kadar acele ettiklerini soracak ve biraz da sitemde bulunacaktı. Rehbere yaklaştığında bu acelenin nedenini sormasına lüzum kalmadı. Çünkü rehber tam da o sırada bunu anlatıyor ve “Birazdan pek çok otobüs gelip buraya yanaşır ve bizim içeri girmek için epey beklememiz gerekir” diyordu.

Önce Bilal-i Habeşî’nin türbesine girdiler. Kubbesi, mihrabıyla küçük bir camiyi andıran türbenin içinde yeşil bir örtüye sarılı büyük bir mezar vardı. Mezarın etrafında Arapça yazılmış yazılar vardı. Baş tarafında bir tanesi üstte çerçevelenip asılan, bir tanesi de mezarın alt tarafına oyularak yazılan iki yazı vardı.

Herkes gibi Bilal de etrafı incelerken rehber, onun Habeşli adaşı hakkında bilgiler vermeye başlamıştı.

Rehberin anlattığına göre Habeşli Bilal, Hz. Muhammed’in “Cennette ayak seslerini işittiğim adam” diye tarif ettiği kişiymiş. Yine İslam’ın ilk müezzini olan Habeşli Bilal, “ş” harflerini söyleyemediği için “eşhedü” demesi gerekirken “eshedü” diyormuş. Bu kıraatin doğru olup olmadığı Hz. Muhammed’e sorulunca “Bilal’in sin’i Allah katında şın’dır” dediği bir mübarekmiş.

Rehber, bunların ardından daha öncelere uzandı ve Bilal’in kızgın kumlar üzerine yatırılıp nasıl işkencelere maruz bırakıldığını anlattı. İslam’ı tercih ettiği için ona reva görülen bu zulümlerin ayyuka çıktığını duyan Hz. Ebu Bekir gelip de bu köleyi sahiplerinden satın almak istediğini söylediğinde bu eziyetler iyice artmış ve üzerindeki taşların ağırlığı altında ezilen Bilal’in işkencesine işkence eklenmiş. Bilal’in ağzından süzülen “Ehad” kelimesi inlemelerine ritim tutuyormuş. Hz. Ebu Bekir’in bir an önce satın alıp bu işkenceden hem Bilal’i hem de vicdanen kendi kurtarmak istemesine karşılık, Bilal’e çok kızgın olan sahipleri pazarlığı kızıştırdıkça kızıştırıyor, Bilal’in eziyetini arttırıyormuş. Neticede Bilal’i birkaç köle fiyatına satmışlar ve Hz. Ebu Bekir, Bilal’e kendisini azat ettiğini müjdelemiş.

Serbest kalan Bilal, Hz. Muhammed ve onun sadık dostu Hz. Ebu Bekir’den asla ayrılmaz olmuş. Onlarla birlikte İslam’ın tesisinde çalışmış ve ciddi fedakârlıklarda bulunmuş. Hz. Muhammed vefat ettikten sonra Medine sokakları ona dar gelmeye başlamış. Çünkü Hz. Muhammed’e çok büyük muhabbeti varmış. Onun yokluğuna daha fazla dayanamayınca Medine’den çıkmak istediğini Hz. Ebu Bekir’e iletmiş, ancak o kabul etmeyince mecburen burada kalmış. Hz. Ömer zamanında Suriye’nin fethine katılmış ve buraya yerleşmiş.

Bir gün rüyasında Hz. Muhammed’i görmüş; “Bizi özlemedin mi ya Bilal?” diye soruyormuş. Bunun üzerine kalkıp Medine’ye gelmiş. Sabah namazı için kendisinden ezan okumasını istemişler. Hz. Muhammed’in can dostlarını kıramadığı için kabul etmiş ve ezana başlamış. Ancak “Eşhedü enne Muhammede’r-Resulullah” bölümüne gelince tıkanmış kalmış, baygınlık geçirmiş. Kaç defa denese de bir türlü söyleyememiş ve hıçkırıklara boğulmuş. Beraberinde bulunanlarla hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra ağlamış. Orada kararını vermiş, demiş ki: “Allah Resulü olmadan Medine bana haramdır.” Sonrasında Medine’den çıkıp Şam’a gelirken yolda rahatsızlanmış ve evine zor varmış. Vefatından önce söylediği son sözlerden birisi “Oh ne tatlı! Artık Allah Resulü ve arkadaşları ile buluşacağım” sözü olmuş.

Dışarı çıkarken rehberin son söylediklerini çok dikkatli dinleyemediği için Cafer-i Tayyar hakkında söylediklerine bir anlam verememişti. Ancak çok kalabalık bir grubun onların dışarı çıkmasını beklediğini görünce ve bunların Şii olduğunu fark edince türbenin kitabesini tekrar okudu.

Her ne kadar burası Bilal-i Habeşî türbesi diye anılsa da burasının aynı zamanda Cafer-i Tayyar türbesi olduğunu gördü. Hz. Muhammed’in amcasının, yani Ebu Talib’in oğlu olan Cafer-i Tayyar’ın Bilal-i Habeşî ile aynı türbede yattığını o an anladı. Rehber bunu tam da çıkarken söylemişti. Tabii bununla beraber rehberin neden bu kadar acele ettiğini de çıkarken yaşadıkları izdihamla daha iyi anlamış ve ona saygı duymuştu.

23 Ağustos 2011 Salı

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (5)


Yetmiş dakikalık bir yolculuk sonrasında Şam’a varmışlardı. Rehber, Şam’da ilk yapacakları şeyin güzel bir kahvaltı olacağını söyleyince, herkesin yüzüne bir tebessüm yayıldı. Yorucu bir gecenin ardından güzel bir kahvaltının gerçekten iyi olacağını düşünüyordu herkes. Ancak çok kısa bir süre sonra yüzlerine yayılan bu tebessümün kaybolacağı, o anda kimsenin hatırına bile gelmezdi.

Geldiklerin yerin Şam’ın en iyi restoranlarından biri olduğunu söyleyen rehbere herkes hak vermişti. Etraf çok temiz görünüyordu. Tarihî bir bina olduğu belli olan bu restoranın oldukça modern bir tasarımı vardı.

İç tasarımla uyum sağlayan kıyafetleriyle garsonlar, kahvaltıyı başlatmak üzere Suriye’ye has bir çorbayı henüz dağıtmaya başlamışlardı. Ancak önüne konan çorbadan bir kaşık alan yüzünü ekşitiyor ve bir an önce kurtulmak istercesine tabağı uzaklaştırıyordu. Mercimek çorbasını andıran ve oldukça nefis görünen çorbadan Bilal de bir kaşık almış, ama içemeyeceğini anlayınca onlara hak vermişti. Kokusunun ve görüntüsünün çok güzel olmasına karşılık kullandıkları bir baharat çorbaya acımtırak bir tat vermişti. Acaba içebilen var mı, diye etrafına baktığında sadece Babacan Halil Amca’nın ve grubun en küçüğü olan Halit Bebek’in çorbayı içtiğini fark etti. Çorbadan ümidini kesenler mecburen kahvaltılıklara yöneldiler. Ama damakta acı bir tat bırakan peynir ve neredeyse tatsıza yakın tadıyla zeytin de bu kahvaltının çok da güzel olmayacağı sinyalini vermişti. Az önceki yüzlerindeki tebessüm kaybolmuştu. Çünkü Suriye’nin damak zevkinin kendilerininkine uygun olmayacağı kanaatine varmışlardı.

Rehber, artık buradan ayrılma zamanın geldiğini ve bir an önce yola çıkmaları gerektiğini söylediğinde kimisi kutu reçel, bal ve tereyağıyla kahvaltısını tamamlamış, kimisi de otobüste yemek üzere çantasından çıkarıp hazırladığı peksimetten koparıp yemeye başlamıştı bile.

Pek çok medeniyete başkentlik yapan ve aynı zamanda dünyanın en eski başkenti olma özelliğine sahip olan bu tarihî mekânda gezilecek çok yer vardı. Bunlardan en azından hedefledikleri kadarını gezebilmek için hızlı hareket etmeleri gerekiyordu.

Şam’ın merkezine vardıklarında onları karşılayan ilk tarihî yapıt, Şam Tren Garı’ydı. Kapısında sembolik olarak duran lokomotif onlara hoşamedi etmiş ve bu toprakların kendilerine çok yabancı olmadığı hissini vermişti.

Oldukça önemli bir tarihî arkaplanı olan bu tren garı, Arap dünyasındaki siyasî hâkimiyetini pekiştirmek ve aynı zamanda Müslüman tebaanın rahat bir şekilde mukaddes topraklara gidip hac farizasını yerine getirmesini temin etmek için Abdülhamit’in hazırladığı Hicaz Demiryolu projesinin başlangıcını teşkil ediyordu. Plana göre Şam’dan hareket eden tren, önce Mekke’ye, oradan Akabe’ye, oradan Cidde’ye ve en son Yemen’e varacaktı. Ancak bunu başarmak mümkün olmadı ve Medine’ye kadarki kısmının ikmaline muvaffak olunabildi. Böylelikle 1900’ün sonbaharında başlanan Hicaz Demiryolu, sekiz yıl sonra yine bir sonbahar günü ilk seferine başladı. O güne kadar kutsal topraklara ancak kırk günde ulaşılabilirken, dünyanın ilk borçsuz tamamlanan demiryolu olma özelliğine kavuşan bu demiryoluyla üç günde ve oldukça uygun bir ücret mukabilinde varılır olmuş. Ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı’nın bölgede hâkimiyetini kaybetmesinin ardından demiryoluna yönelik saldırılar da iyice artmış ve zamanla ulaşıma kapatılmış.

Bu topraklara gelmeden önce edindiği bilgiler bir bir hayalinde canlanırken “Keşke bugün yine bu demiryolu kullanılır durumda olsaydı” diye içinden geçirdi. Bu sayede Arap Yarımadası’nı gezmek çok daha kolay ve ekonomik olabilecekti.

Bu duygulardan sıyrılmak üzereydi ki rehber konuşmaya başladı. Karşılarında beliren kalenin hemen yanında bir çarşı olduğunu ve Abdülhamit tarafından yaptırıldığı için Hamidiye Çarşısı olarak isimlendirildiğini söyledi. Bizim kapalı çarşının bir benzeri olan bu çarşıda gezip dolaşmak istediler. Ancak rehber bunun şimdilik mümkün olmadığını söyledi. Şimdilik başka yere gideceklerdi. Daha sonra bu çarşıyı gezeceklerinden emin, ama başlarına geleceklerden habersiz olarak çarşının yanından geçip gittiler.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (4)


Sabahla birlikte çıktıkları yolda gözlerine pek yeşillik ilişmemişti. Hem gözün alabildiğine geniş ve ıssız bir çölü andıran böyle bir yerde kim yaşamak isterdi ki? Bu ıssız yerden geçerken tek tük araç görüyorlardı. Giderek sıklaşan araçları gördüklerinde Malula’ya az kaldığını anladılar. Çünkü rehberin söylediği hesaba göre şu sıralar yaklaşmış olmalıydılar.

Bu düşüncelerinde haksız sayılmazlardı. Az sonra otobüsleri yavaşladı ve yol çalışmalarının henüz bittiği belli olan geniş ve düzgün yola girdi. Biraz daha ilerlediklerinde şehrin giriş kapısını gördüler. Sabahın erken saatleriyle birlikte, Malula’nın bir kale girişini andıran ve en üst kısmında Beşir Esat’ın büyükçe bir resmi bulunan kapısından giren sadece onlar değildi. Hızlı adımlarla yürüyen ve kardeşinin tuttuğu elini sürekli çektiren kız çocuğu onlardan önce geçmişti bu kapıdan. Yavrularının olduğu her halinden belli olan siyah köpeğin hepsinden önce girdiğini ve hızla şehre doğru ilerlediğini az sonra fark ettiler.

“Malula, Hz. İsa ve annesi Hz. Meryem’in 16 yıl yaşadığı, Hz. İsa’nın konuştuğu Aramice denilen dilin halen konuşulduğu bir yer. Dünyanın pek çok yerinden rahipler buraya gelip bu dil konusunda eğitim alıyor. Aynı zamanda her yıl yerli-yabancı binlerce turistin ziyaretine uğrayan bir köy. Tabii köyün güzelliği de görülmeye değer.” Rehberin cümlesi bittiğinde kendilerini köyün içinde buldular. Bir uçurumu andıran dağın zirvesinde gördükleri Hz. Meryem heykelinin birkaç metre altına yerleştirilen büyük haç işaretinin hemen altında kurulan köyün, halkının büyük çoğunluğunun Hıristiyanlardan oluştuğunu rehberleri anlatmadan fark etmişlerdi. Etrafta görülen çok sayıdaki kilise bunu zaten gösteriyordu.

Biraz daha yol aldıktan ve dar bir yoldan zorlanarak geçtikten sonra Rahibe Takla Kilisesi’nin önünde durdular. Buranın hemen arkasında ağzı taşlarla örülmüş bir mağara bulunduğunu ve hemen onun arkasında gerçekten görülmeye değer bir kanyon olduğunu daha önceden duydukları için rehberi ikna edip bir an önce oraya doğru ilerlemek istiyorlardı. Dağın içine gömülmüş, pütürlü kayaları andıran bir şeyle sıvanmış ilginç evler arasından geçerek kapısının önünde Rahibe Takla’nın heykeli bulunan ve taşlarla örülerek küçük bir kapı bırakılan mağaraya vardılar. Gerçi bu heykelin Rahibe Takla’ya ait olduğunu rehberden duymasalardı, bunu bir Hz. Meryem heykeli sanacakları muhakkaktı.

Rehberin anlattığına göre Rahibe Takla, Hz. İsa’ya iman eden ilk kadınmış. Gizli imanı ifşa olunca vazgeçirilmeye çalışılmış. Kabul etmeyince hayatına kast edilmek istenmiş. Bu nedenle kaçıp bu mağaraya gizlenmiş ve bir süre burada kalmış.

Bu mağarayla birlikte başlayan kanyon herkesi çok etkilemişti. Bu güzelliğin bir hatırasını yanında götürmek isteyenler kamerasını, fotoğraf makinesini çoktan çalıştırmışlardı. İzmir’den gelen grupta yer alanlar hep beraber bir karede yer almak istedikleri için fotoğraf makinelerini ona vermişlerdi. O da uygun pozu yakalamak için uzaklaşmış, yaklaşmış ve uygun gördüğü bir açıdan bu anı dondurmak için makinenin deklanşörüne basmıştı.

Uzaktan bakıldığında pütürlü ama tertemiz bir yüzeye sahip kayalardan oluştuğunu zannedenler, daha yakından baktıklarında neredeyse her aralığa örülmüş küçük küçük örümcek ağlarını görecekti.

Merak edenler gidip kayalara dokunduklarında ve kayaların yumuşak olduğunu fark ettiklerinde rehberin artık dönmeleri gerektiğini belirten ikazını duymuşlardı. Soğuk olan havada otobüse dönmek daha kısa sürmüştü.

Üşüyen ellerini ısıtmak için ovuşturarak, dağın yamacına bir merdiven basamağı gibi dizilen evleri izleyerek, köye henüz giren bir motosikletliyi göz ucuyla takip ederek giriş kapısından çıktılar ve Hz. Meryem’in doğumundan itibaren başlayıp Hz. İsa’nın doğumuna kadarki dönemi anlatan rehberi dinleyerek 55 km sonra varacakları ülkenin başkentine doğru yol aldılar.