Not: Sadece görselin altında yer alan Instagram ve Facebook hesapları için geçerlidir.
8 Kasım 2018 Perşembe
26 Ekim 2018 Cuma
Gerçek kahramanların ardından gidilir
Günümüzü anlama ve anlamlandırma adına yapılan çalışmalarda, tarihle bağ kurmadan yapılacak bir analiz çabası ne yazık ki akim kalmaya mahkumdur.
Tarihten ibret almak için değil de, bir duygusal etkileşimle kahraman-hain gözüyle bakmak daha kolay geliyor bize.
Oysa her iki okumanın da “insani” tanım ve tanımlamanın üzerini örttüğü muhakkak. Biz de “küfr” ehli miyiz neyiz!!!
Tarihi değil de zihinlerimizi kahraman ve hainlerle donatmamız yüzünden, kendi sınırlarımızdan öte bir dünyayı tanımak gibi bir derdimiz de olmuyor. Hatta kendimizden gayrı rakip de tanımıyoruz bu yüzden.
İkram Arslan kardeşim de işte böyle bir eksik okuyuşu fark etmiş olmalı ki, bir şeyi “hayal ettiğimiz” gibi değil de “olduğu gibi” ortaya koymanın bizi gerçeği anlamaya götürmesi adına böylesi güzel bir esere imza atmış.
Eserin bir tarihi roman formatıyla hazırlanmış olması, özellikle modellenmiş bir zihni okumayı dışarıda bırakan tarih çalışmalarına göre genç okuyucuya daha ulaşılabilir olmasını sağlıyor.
Tarihin en zorlu ve karmaşık dönemlerinden birinde yaşayan bir insanı anlatmak, kaynaklarla ilgili ziyadesiyle sıkıntı yaşadığımız bir ortamda kitabın önemini daha da artırıyor.
Özellikle taraflı okuyuşların, okumadan fikir sahibi oluşların gittikçe bir tutuma dönüştüğü bir ortamda, söz konusu o dönemde yaşanan acıların tekrar yaşanmaması adına, bizi bilgiye, anlamaya, vicdana, gayrete ve umuda çağıran bir çalışmaya imza atan İkram kardeşimi tebrik ediyorum.
Okunup istifade edilmesi dileğiyle…
25 Ekim 2018 Perşembe
Ah metrobüs şoförleri ah!
Şu sigara içenlerin metrobüsten çektiği nedir arkadaş! Metrobüs
şoförlerinin bunlardan ne alıp veremedikleri var ki adamları saatlerce
alıkoyuyorlar? O yüzden adamlar haklı olarak daha ayakları yere ulaşmadan
parmakları çakmak taşını çoktan harekete geçirmiş oluyor. Metrobüs duraklarını
durduk yere Amerikan siyahilerinin limuzinine çevirmiyorlar yoksa…
O her neyse de birkaç gün önce şahit olduğum iri kıyım bir
arkadaşın duman aşkı görülmeye değerdi. Fakat maalesef bu manzarayı görmek
dünyada birkaç kişiye nasip oldu.
Metrobüs henüz durmadan sigarasını çıkarıp bakkaldan tatlı çiklet
alacak çocuk heyecanıyla sol avucunun içinde sakladı. Ama metrobüs şoförü bu
aşkı çok görmüş olacak ki frene biraz sert bastı. Bu arkadaş, tutunduğu direğin
etrafında şöyle yarım vals döndü. Büyük bir tehlike geçirdiği halde sol eli
imdadına koşmadı.
Sonunda metrobüs durdu. Adam, az önceki bahsettiğimden daha hızlı
bir şekilde yaktığı sigarası dudaklarının arasındayken dönüp metrobüse bir
Kadir İnanır bakışı attı. O nasıl çekiştir arkadaş! Ağaçlar “Tamam tamam, al
bütün oksijenler senin olsun!” der gibi o tarafa meyletti. Metrobüs şoförü
dumanın neden olacağı kasırganın ağır hasarından etkilenmemek için öyle bir
gazladı ki metrobüsün ön kısımlarında kesin birkaç kişilik boş yer açılmıştır.
Keşke o araçta tanıdıklarım olsaydı da sorsaydım. Nasip başka zamana…
24 Ekim 2018 Çarşamba
Apollo Cıstak
İşinden evine dönen her baba gibi ben de o akşam elimde
market poşetleriyle caddeden aşağı yürürken ortalama 2000000 km uzaktan gelen
ama geçen her saniyede sanki ordusuyla kulak sarayımın dibine yanaşmış bir
fatih edasıyla, müziğinin her ritmi kulak zarımı delmek için üst üste darbeler
indiren bir koçbaşından daha korkunç tahribe neden olurken, kulak çeperimdeki
yankısı bile kafamın tasını attırmak için aşırı baskı uygularken, elbette
sadece ben değil, onun hinterlandına girerek bu işkenceye katlanmak zorunda
kalan market olsun, mağaza olsun, hane olsun, hanedan olsun, bilumum
camlı-camsız mekânları, camekanları öfke raksına getirecek kadar yüksek ayarda
müzik dinleyerek, ön camında büyük ve o arabaya hiç de uyumlu olamayacak kadar
estetik harflerle “Apollo 007” yazılı Murat 121 model arabasıyla yanımdan geçen
bir delikanlıyı görmemle, arabada yüksek sesle müzik dinleyen gençlerin
psikolojisini bir yere oturtmak için ortaya attığım ve tıpkı bir üniversitenin
amfisinde 500 kişiye ders verircesine–ama aramızda kalsın, sadece kendime
anlatarak–dile getirdiğim düşüncelerimin yeniden zihin dünyamda kıpraşmaya
başlamasının aynı anlara denk geldiği bir zaman diliminde, benden ben diyeyim 3
metre, siz deyin 3000 metre, ben diyeyim 5 adım, siz deyin 5000 adım uzaktan
bana doğru yürüyen bir amcanın kolunda tuttuğu rüzgârlığını giymek için
kaldırmasıyla, o esnada tam da onun hizasında geçmekte olan ve o az önce müziğe
ritim tutarak hava atan ama kendinden daha fiyakalı dans eden soluk gri
arabasına “Ben senden daha güzel dans ederdim ama yerim dar!” diyerek sesini
çıkarmayan delikanlının bir anlığına kanı uslanmaya meyletmiş olmalı ki, ani
bir refleksle (yani korkuyla) gardını alarak elini kaldırması ve şahin görmüş
bir kaplumbağa misali kabuğuna saklamak için başını içeri doğru çekmesi
sonucunda aracını istemsizce sağa kırması sonucunda az kalsın arkadan gelen
Bursa plakalı yeşil bir minibüsün hışmına uğrayacağı olayına şahit olduğum
zaman, delikanlının, önceki akşam bir tavuk kümesini soğuran tilki gibi,
titremesinin asıl nedeninin raks etmek değil de hazır bir korkudan
kaynaklandığını düşünerek, benim henüz kanıtlanmamış “adam gibi adamın
uzaylılara müzikli dans eşliğinde mesaj göndermesi” iddiamı ve olayı birkaç
farklı noktadan değerlendiren tezimi doğrular mahiyette bir kanıta ulaştığımı
zannettiğimi zannetmeme neden olan bu olay, bu konuda birkaç cümle yazmam
gerektiği kanaatinin bende artmasına neden oldu olmasına da acaba o kadar emek
verip yazacağım bu tezimin birkaç kişi tarafından keşfedilip edilmeyeceği ya da
henüz kanıtlanmadığı halde derslerde okutulan tezlerden biri olarak birilerine
okutulup okutulmayacağı–bir kişi bile olsa kabulümdür–konusu bu sefer zihnimin
bir yerinde belirmeye ve beni daha çok rahatsız etmeye başlayacağı sinyalini
aldığım için artık bu konular hakkında daha fazla yazmama kararını aldığım,
hani ben geçenlerde erik ağacından bir erik koparmak için elimi uzandığımda
üzerine bastığım merdivenin bir ayağının boşa çıkmasıyla şöyle yüz seksen
derece dönmesinin ve artık bir daha dönme dolaba binmemek için yüz yirmi
yedinci defa karar almamı netice vermesi hadisesinin psikolojimi nasıl
etkilediğiyle ilgili anlattığım o konuda söylediklerim... yoksa anlatmamış
mıydım?..
10 Ekim 2018 Çarşamba
Hormonlu Elma
Zamanın birinde, adına Firuz denen bir köyün yakınında çalışan iki arkadaş varmış. Günlerden bir gün arkadaşlardan biri pazardan satın aldığı elmalardan birini arkadaşına vermiş. “Kraliçenin elması kadar güzel ve iri!” şeklinde bir güzel de reklam etmiş.
Elma gerçekten de çok iriymiş. Elmayı alan arkadaşın iki yumruğundan da büyükçeymiş. Derken aklına takılan bir şey olmuş: “Köyde bin bir emekle baktığımız elmalar küçücük olurken bu nasıl bu kadar büyük olabiliyor?”
O anda arkadaşının az önce şakayla söylediği söz kulaklarında yankılanmış: “Kraliçenin elması...”
Einstein gibi muzaffer bir ilim adamı edasıyla dilini çıkarmak aklına gelmediği gibi, Arşimet gibi evreka demek de aklına gelmemiş ama “Tabii ya!” diye gözlerinin içi gülmeye başlamış. “Eskiden Pamuk Prenses’in kıskanç üvey annesi vardı. Zehir kattığı büyülü elmayla kızının güzelliğini elinden almak için uğraşırdı. Şimdi ise paragöz yetiştiriciler var. Elmayı hormonla bir güzel semizletip sana yediriyorlar. Sonra da sen hoop hasta olunca da neyin var neyin yok her şeyini alacak, seni soyup soğana çevirecekler...”
***
“Abu bu biraz uçuk oldu sanki!”
“Uçuk olduysa tamamdır.”
“Yok, öyle değil. Yani alakasız oldu demek istedim.”
“Ha, o zaman kötü! Ya nasıl yazsaydık?”
“Bence sonunu biraz değiştirsek yeterli olur. Şöyle yapalım:
Kötü cadı öldü ama varisi olan Paragöz Prens hâlâ hayatta! Pazar pazar gezip herkesin parasını kapıyor. Nasıl?”
“Fena değil! Ama benim anlattığımdan daha uçuk oldu sanki!
Ama bak biz Yedi Cüceleri unuttuk. Onu da katsak daha dikkat çeker.”
“Nasıl mesela?”
“Şöyle: O zaman dar ve izbe bir madende çalıştıkları için boyları uzamayan yedi tane cüce vardı ama şimdi hormonlu elmaları yiyerek küçülen bir nesil...”
“Yok abi, biz bu işi bırakalım en iyisi...”
“Bence güzel bağlayacaktık ama cümlemi bitirmeme izin vermedin.”
Onlar böyle tartışadururken yanıbaşlarındaki elma hâlâ ilk anki canlılığıyla parlayıp onlara göz kırpıyormuş.
***
Elma hâlâ masada duruyor. Ne yapacağıma karar veremedim bir türlü... :)
Elma gerçekten de çok iriymiş. Elmayı alan arkadaşın iki yumruğundan da büyükçeymiş. Derken aklına takılan bir şey olmuş: “Köyde bin bir emekle baktığımız elmalar küçücük olurken bu nasıl bu kadar büyük olabiliyor?”
O anda arkadaşının az önce şakayla söylediği söz kulaklarında yankılanmış: “Kraliçenin elması...”
Einstein gibi muzaffer bir ilim adamı edasıyla dilini çıkarmak aklına gelmediği gibi, Arşimet gibi evreka demek de aklına gelmemiş ama “Tabii ya!” diye gözlerinin içi gülmeye başlamış. “Eskiden Pamuk Prenses’in kıskanç üvey annesi vardı. Zehir kattığı büyülü elmayla kızının güzelliğini elinden almak için uğraşırdı. Şimdi ise paragöz yetiştiriciler var. Elmayı hormonla bir güzel semizletip sana yediriyorlar. Sonra da sen hoop hasta olunca da neyin var neyin yok her şeyini alacak, seni soyup soğana çevirecekler...”
***
“Abu bu biraz uçuk oldu sanki!”
“Uçuk olduysa tamamdır.”
“Yok, öyle değil. Yani alakasız oldu demek istedim.”
“Ha, o zaman kötü! Ya nasıl yazsaydık?”
“Bence sonunu biraz değiştirsek yeterli olur. Şöyle yapalım:
Kötü cadı öldü ama varisi olan Paragöz Prens hâlâ hayatta! Pazar pazar gezip herkesin parasını kapıyor. Nasıl?”
“Fena değil! Ama benim anlattığımdan daha uçuk oldu sanki!
Ama bak biz Yedi Cüceleri unuttuk. Onu da katsak daha dikkat çeker.”
“Nasıl mesela?”
“Şöyle: O zaman dar ve izbe bir madende çalıştıkları için boyları uzamayan yedi tane cüce vardı ama şimdi hormonlu elmaları yiyerek küçülen bir nesil...”
“Yok abi, biz bu işi bırakalım en iyisi...”
“Bence güzel bağlayacaktık ama cümlemi bitirmeme izin vermedin.”
Onlar böyle tartışadururken yanıbaşlarındaki elma hâlâ ilk anki canlılığıyla parlayıp onlara göz kırpıyormuş.
***
Elma hâlâ masada duruyor. Ne yapacağıma karar veremedim bir türlü... :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)