30 Ocak 2014 Perşembe

Hiç komik değildi ama biz çok gülmüştük


Karneleri almamıza sadece iki gün kalmıştı. Artık sınavlar bitmiş, geriye ne ders kalmıştı ne de bizde ders işleyecek heves. Tıpkı o günkü diğer derslerde olduğu gibi o dersimizin de 'boş' geçme ihtimali yüksekti. Ve tam da umduğumuz gibi oldu...

Hocamız dersi eğlenceye dönüştürmek için birkaç alternatif sundu. Oylama yapıldı ve fıkrada karar kılındı. Herkes sırayla bir fıkra anlatacaktı. Anlattılar da...

Fıkraların çoğu bildiğimiz fıkralar olduğu halde biz kasıla kasıla gülmüştük.

Artık öyle bir duruma gelmiştik ki bir arkadaşımız ayağa kalkar kalkmaz biz gülmeye başlıyorduk. Öyle pozisyonlardan birinde bunun farkına varan bir arkadaşımız ayağa kalktı, “Temel bir gün...” diye anlatmaya başladı. Ondan önce biz gülmeye başlamıştık bile. Ama devamında anlattıkları bizim alışık olduğumuz fıkralar gibi olmadı. Şöyleydi:

“Bir köprünün üzerinden geçerken bir adama rastlamış. Ona hangi takımı tuttuğunu sormuş. O da Fenerbahçeliyim demiş. Temel de nasıl Trabzonsporlu olmazsın diye kızmış ve adama ‘o zaman sen öl’ demiş.”

Bütün fıkra bu kadardı. Ama herkes yerlerde... Biz çok komik fıkralara gülmediğimiz kadar buna gülmüştük.

Daha komik bir sahne vardı ki onu da asla unutamam. Sıddık isimli bir arkadaşımıza sıra geldiğinde zaten iş çığırından çıkmış, hoca birkaç defa komşu sınıfları rahatsız ediyoruz diye bizi uyarmak zorunda kalmıştı.

Sıddık zaten komik bir arkadaştı. Saf görünümlüydü; ama çok kısa zamanda dehşet bağlantılar kuracak kadar zeki birisiydi. Buna jest ve mimiklerindeki komiklik de eklenince onu harika bir komedyen yapıyordu. Onunla her konuştuğumuzda çok eğlenirdik.

Sıra Sıddık’a gelmişti. Her zamanki komik yüz ifadesiyle ayağa kalktığında biz gülmekten karnımızı tutmaya başlamıştık bile. Bir nebze ya sakinleşmiş ya da sakinleşmemiştik ki “Temel” demesiyle yeniden kahkaha tufanı kopmaya başlamıştı. Ama maalesef zavallı Sıddık o fıkrasını tamamlayamadı.

Neden mi? Üç nedeni vardı:

Birincisi bizim kahkahalarımızdan fırsat bulup da bir türlü başlayamadı. Sonrasında yan sınıfın hocası gelip çok gürültü yaptığımız için bizi uyarınca olayın efsunu dağılmaya yüz tuttu. Hoca kapıyı kapatır kapatmaz da teneffüs zili çaldı.

Bizim hocamız gözlerindeki çok gülmekten biriken yaşları silerek sınıftan çıkarken biz Sıddık’ı bırakmadık, “Sen anlat biz dineriz” dedik. Sıddık ne derse beğenirsiniz?

“Vallahi aklıma anlatacağım yeni bir fıkra gelmemişti zaten.”

Halid bin Velid romanı çıktı


Şebperest




Bir kitabı ön plana çıkaran özelliği etkileyici olması mıdır, yoksa öğreticilik seviyesinin yüksek olması mıdır? Belki göreceli bir konudur bu, ama bana kalırsa her ikisinin de olması kitabın kalıcılık derecesini arttırır. Özellikle dayandığı -mantıklı olsun olmasın- felsefik bir düşünce varsa ve bunu mantıklı doneler serdederek ispatlamaya çalışıyorsa bunun başarı oranı çok daha yüksek olacak ve belki de kitap elden düşmeyen çok satanlar arasına girecektir. (Ama bundan da ötesi etkili bir reklam… Çok başarılı kitapların bu yüzden okuyucularıyla buluşamadığına şahitlik ediyoruz maalesef.)

Bazı romanlar bu kategoride değerlendirilebilir. Heyecanlı, gizemli, belki de fantastik kurgusuyla okuyucunun zihnini açık tutarken bir taraftan da kendi düşünce sistematiği okuyucuya anlatılır. Son yıllarda filme çevrilen pek çok kitabın başarısının arka planında fikrî alt yapının tutarlılığının çek etkisinin olduğunu görebiliyoruz. Tabii yine güçlü bir ekonomik desteğin yardımıyla…

Bu yakınlarda çıkan yeni bir roman, Türk edebiyatındaki yerini aldı. Bakir bir alanda, hakkında çok az kişinin eser verdiği, çoğu kişinin üzerindeki yorganı açmaya cesaret edemediği rüyalar ve onların insan psikolojisi üzerindeki etkisine değiniyor bu roman. Akıcı ve fantastik kurgusuyla okuyanları heyecanlı atmosferine alırken aynı zamanda rüyalar ve onların geçmişine dair bir dizi bilgiyi de sıkmadan aktarıyor.

Ahmet Ay’ın Şebperest isimli kitabından bahsediyorum. İyi bir araştırmadan sonra ortaya çıktığı her halinden belli olan romanın satır aralarında da önemli mesajlar ve önemli ipuçları gizli. Bunlar bazen insan ruhunun feryatları, bazen de tecrübelerini paylaşan bir karakterin anlatıları olarak çıkıyor karşımıza.

Kitap, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin “Ne şebem ne şebperestem” mısralarıyla başlıyor. Esasında ismini de bu mısralardan alıyor. Kitabın ilk sayfalarından bunu anlamak mümkün. Görünüş itibariyle sanki rüyalara ehemmiyet vermeyen bir girizgâhla başladığınız halde, kitap bittiği zaman rüyaların insan üzerindeki yadsınamaz etkisini biraz daha yakından fark ediyorsunuz.

Sadece bunlar değil tabii; psikoterapiler, insan ruh halinin çeşitliği, arka planına çok nüfuz edemediğimiz insanın manevi yapısı gibi konularda da bazı ipuçları elde edebiliyoruz.

Başkahramanımız Yusuf’la eşi Deniz arasında geçen diyaloglar da çok dikkat çekici. Mesela Deniz’in söylediği şu cümle, insanın içinde bir yerde yatan bazı özel hislerin özlü ifadesi hükmünde:

“Yokluk çok acı değil mi? Bir daha görüşemeyeceğimizi bilmek aklını başından alıyor.”

Peki şimdi bütün bunların girizgâh kısmında söylediklerimizle ne alakası var?

Kurgu ve içeriği çok başarılı olan kitaplara ciddi tanıtım desteği gerekiyor. Türkiye’deki çok az yayınevinin bütçesi etkili bir reklamı kaldırabiliyor. Hal böyle olunca da maalesef bazı kabiliyetler inkişaf edemeden kaybolup gidiyor. Diğer taraftan başarılı bir şekilde tanıtılan her kitabın da o övgüleri hak edip etmediği ayrı bir tartışma konusu.

Ahmet Ay her çalışmasında yeni ve farklı bir konuyla karşımıza çıkarak bizi umutlandırıyor ve yarınlara dair umutlarımızı kuvvetlendiriyor. İnşaallah bu çalışmalar güzelleşerek ve hak ettiği desteği görerek daha çok kişiye ulaşır. Yolun açık olsun sevgili kardeşim!

17 Ocak 2014 Cuma

Şebperest'i iki kapak arasında görmek


Bu kitabı okuyalı bir yıldan fazla oldu. (Hatta iki yıl olmak üzere.) Ama yayınlanmadan önce... Sonunda kendisine şık bir kapak bulup kitapçılardaki en nadide köşesine oturdu. Aynı zamanda imzalı olarak da bana ulaştı.
Şebperest sevgili kardeşim Ahmet Ay'ın kitabı... Hissettiklerimi bir yazı olarak buradan bilahare paylaşacağım inşaallah. Şimdilik yayınlandığı haberini paylaşmış olayım ve iki cümleyle de şunu ifade edeyim:
İsminden de anlaşıldığı yaptığı üzere rüyalar etrafında şekillenen bir roman. Türü itibariyle fantastik polisiye arasında sayılıyor...
Tekrardan hayırlı olsun, güzelliklere vesile olsun inşaallah diye dua ediyorum.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Çok az kaldı...


Yeni romanımızın yayınlanmasına çok az kaldı...

"Allah'ın kılıçlarından bir kılıç: Halid bin Velid"

İnsanda gurur ve cehalet

İnsan mağrurdur. Gururunun temelinde de cehalet vardır.
Cahil olan, gurura sapar. Çünkü hakikatin yolunu karıştırıyor ve bir şey gördüğünde, gelen iyiliklerin kaynağı olarak kendi kabiliyetlerini görüyor. Bu nedenle “İnsan bir şey görmeye görsün” buyuruluyor ayette. Hemen kendini bir şey sanıveriyor. (Alak suresi, 96: 6-7)
Bu ayetin öncesinde Allah’ın insana bilmediğini öğrettiğini belirtmesi de dikkate şayandır. Ama bu bilgiden mahrum kalan insan hemen kendisini bir şey sanmaya başlar.
Fakat nihayetinde genel olarak insan cahildir–Allah’ın ilim ihsan ettikleri müstesna. Bunu İsra suresinin 85. ayetinde şu imadan anlamak da mümkün:
“Size ilimden çok az verildi.”
İşin özü bu!
İnsan cahildir. Ve mağrur…
Hamiş: Zaten Ahzab suresinin 72. ayetinin fezlekesinde de insanın ne kadar cahil olduğu mübalağa sigasıyla anlatılır.