24 Kasım 2015 Salı

İnsan insanın düşmanı mı?

2016’ya yaklaştığımız şu günlerde demokrasi ve insan haklarının zirvesinde olmamız icap ederken “hangi ülkenin silahı ne kadar etkili” yarışmalarını ve ideoloji savaşlarını hayretle izliyoruz. Demek ki demokrasi bilgiyle/bilmekle olmuyor. 1000 yıl öncesini vahşetle yâd edenler, onların bir yılda yapamadığı vahşetin on katını bir günde yapabiliyorlar. Diğer taraftan, aynı fikri benimsemediği için insanlar, birer birer idama mahkûm edilebiliyorlar.

Biraz sloganik olacak ama insan hayatı çok kıymetli. Bu tür oyunlarla başkalarını yok sayarak, evleri tarumar, yuvaları paramparça ederek kazanıldığı sanılan her savaş, insan nesline ve dolayısıyla dünyanın geleceğine açılmış tehlikeli bir savaştan farksızdır.

İnsanoğlunun geçmişinde pek çok karanlık dönemler var. Fakat her geçen asır, bir öncekine rahmet okutur kabilinden... Son dünya savaşında, Wikipedia kayıtlarına göre, 73 milyon insan yok olmuş. Söylenmesi dile çok kolay ama acısı kalplerin kaldıramayacağı kadar derin ve ağır. 73 milyon! Acı bir gerçektir ki, ölenlerin sadece 24 milyonu asker. Geriye kalan 49 milyon, hiçbir şeyle ilgisi olmayan masum sivil halk. Ve geride kalanlar, ölenlerden daha şanslı değil.

Askerler de elbette masum insanlar kategorisinde... Baştaki birkaç kişinin kavgasının bedelini onlar ağır bir şekilde ödüyorlar. Hadi en nihayetinde buna tamam dense bile masum insanların arada telef olması, savaşın çirkin yüzündeki kanlı peçeyi biraz daha aralıyor.

Elinde mızrağıyla dolaşan eski insanları vahşilikle itham eden “medenilere” şaşmamak elde değil. Nihayetinde o insan, o mızrağı kendini korumak ve evine bir şeyler götürebilmek için kullanıyor. Fakat kendini medeni diye niteleyen insanlar, bulabildiği her zulaya istiflediği dünyalığıyla yetinmiyor, bir de başkasının elindekilere odaklanarak “bende daha fazlası olacak” hırsıyla ne pahasına olursa olsun onu ondan almak için sinsi planlar yapabiliyorlar. Dünya savaşlarının en büyük amillerinden biri bu değil miydi? Sömürgecilikte geri kalan ve herkes her şeyi götürdü, bana bir şey kalmadı kaygısıyla Almanların hırsla her tarafa saldırmasıyla olay büyüdükçe büyümemiş miydi? Ya sonra? 73 milyon kayıp ve üzerinden kana bulanmış dumanların yükseldiği yaralı bir dünya...

Karamsarlık saçmak çok kötü bir şey, karamsar olmak ondan beter... Ben de karamsar değilim. Ama hırsla her şeyi ellerinin altına almaya çalışan ve hatta kendilerini dünyanın efendisi gören güç delisi günümüz ülkeleri başlarını sert bir kayaya çarpmadan da akılları başlarına gelecek gibi değil. O sert kaya nasıl olur ya da ne zaman böyle bir şeye şahitlik ederiz bilemiyorum ama o zamana kadar daha çok masumun ahını alacakları kesin.

Demokrasi var ve ben de buna kaniyim. Fakat güçlülerin diline düşünce, sadece kötü emellerini yerine getirmek için kullandıkları etkili bir silaha dönüşüyor. Son 15 yıl içerisinde dünya bunun örneklerine şahitlik etti.

Peki herkesin ballandıra ballandıra anlattığı Batılılardaki demokrasi? Evet, demokrasinin sözlüklerde yazılan anlamını kendi aralarında oldukça iyi yerine getirmeye çalışıyorlar ama kendileri için...

Güzel şeyleri kirli emellerine alet ederek güzel şeyler yapmaya çalışan dünya devletlerinin uğraşları bana hiç samimi gelmiyor. Evlerin üzerine bombalar yağdırıldığı sürece insan vahşiliği bitmiş sayılmaz.

Eskiden vahşilik cahillikle özdeşti. Ama şimdiki vahşilik caniliğe dönmüş durumda. Çünkü şimdikiler, eğitimli vahşiler. Ve her tarafa çevirdiği silahının bir gün kendisini de yok edeceğini düşünemeyecek kadar yoğunlar.

Allah, bu basireti bağlanmışların akıllarını tez zamanda başlarına getirsin.

Edebiyatdefteri.com

25 Ağustos 2015 Salı

Kur’an Müslümanlığından “Kur’an’a arz etme” dönemine geçiş

Beşer maharetiyle teşekkül ettirilen pek çok mesele çıktığı dönemde dikkat çekici oluyor, hükmünü icra ediyor ve bir süre sonra da sıradanlaşanlar arasındaki yerini alıyor. Dikkat çekmesinin en önemli sebebi, daha önce duyulmamış olması, dikkate şayan görülmesidir. Buna mümasil, bir süre sonra sıradanlaşmasının sebebi de artık biliniyor olması, bazı şeylerin tekrarmış gibi gelmesi veya aslında anlatıldığı gibi önemli olmadığının anlaşılmasıdır.

“Kur’an Müslümanlığı” diye bilinen meseleye bu nazarla bakabiliriz kanaatimce. Bu, yeni bir mevzu değil. Yıllar öncesinde, hatta yüz yıllar öncesinde var olan, üzerinde ciddi tartışmalar yapılan bir mevzudur. Her ne kadar her dönemde farklı bir isimle gündeme gelmiş olsalar da, bunların temel özelliği, “Kur’an bize yeter” mantığı üzerinde şekillenmiş olmalarıdır.

Kur’an Müslümanlığı söylemi de günden güne sıradanlaştı ve artık dikkat çekmez oldu. Ve derken yeni bir ifadeyle karşılaştık: “Kur’an’a arz!” Çok güzel ve vurucu bir ifade bu. Aynı zamanda sempatik... Bizim kılavuzumuz, iki dünyada rehberimiz olan Kur’an’a her şeyi arz edeceğiz. Onun müsaade ettiklerine evet, ama etmediklerine geçiş vermeyeceğiz... Zaten İslam’ın temeli de bu değil mi?

İlk başlarda gerçekten çok sempatik geliyordu kulaklara, dimağlara. Ve çok azımız müstesna, hepimiz bu söylemin peşinden koştuk. Oradan duyduklarımızı birbirimizle paylaştık. Soranlara hüsn-ü referansta bulunduk. Karşı çıkanları taassupla suçladık. Zaman zaman bizim o güne dek öğrendiklerimizle uyuşmayan şeyler de işitmiyor değildik ama aslolan Kur’an olduğu için onun söyledikleriyle bizim malumatımız çelişse biz kendi bilgimizi mi esas alacaktık? Elbette hayır. Sonra bizim muteber saydığımız şahıslar da bir bir Kur’an’a arz eleğine takılmaya başladı. Onlar da beşerdi ve hata yapmış olabilirlerdi. Ona da tamam dedik. Ve derken günün birinde mesele iman esaslarına kadar dayandı...

O zaman anladık ki bu, öylesine masumca her şeyi Kur’an’a arz etme mesleği değildi. Aslında “Kur’an’a arz” örtüsü altına gizlenerek Hadise ilişen, onu ortadan kaldırmanın yolunu yapan (Kimisi mantığına uymayan Hadislere ilişirken, kimisi Hadisi toptan reddediyor maalesef) ve Hadisi esas alan Ehl-i Sünnet âlimlerini bir bir yıpratma ve gözden düşürme cehdinde olan bir yöntemdi. Ve yani “Kur’an Müslümanlığı”nın isim değiştirmiş versiyonuydu bu.

Gerçekten çok başarılı bir söylem bu. Her şeyi Kur’an’a arz edene kim itiraz edebilir ki! İtiraz edenlere verdikleri cevapta da hep Kur’an’ı delil gösterdikleri için takipçileri zor durumda, daha doğrusu mütehayyir bir vaziyette bırakmayı başardılar. “Peki Kur’an’da sizin dediğinize aykırı şöyle bir ayet var” dendiğinde, “Yanlış mana verenler yüzünden bu ayet hep yanlış anlaşılmıştır” kabilinden cevaplarla konunun geçiştirilmeye ve hatta “Onlar Kur’an’dan delil getirmiyorlar” noktasında çekilerek karşı tarafın delillerini yok saymaya kadar gittiler. İtirazlar bu ve benzer yöntemlerle etkisiz bırakılmaya çalışıldı.

Çünkü esas olan Kur’an’dır. İnsan üzerinde en tesirli olan da odur. Bediüzzaman’ın çeşitli vesilelerle dediği gibi “Cumhur-u avamı, burhandan ziyade, mehazdaki kutsiyet imtisale sevk eder.” Kur’an’dan delil getiremeyince sizin söyledikleriniz ikinci, üçüncü, sonuncu planda kalacak ve onlara karşı tesirini kaybedecektir.
Sizin deliliniz Hadis bile olsa...

O zaman bir şüphe daha zihinlerde beliriveriyor. Her şeyi Kur’an’a arz edelim de Hadislere neden bu kadar sert karşı çıkıyorsunuz? Kur’an’la Hadisi niye karşı karşıya getiriyorsunuz? Hadisler ayetlerin açıklayıcısı, koruyucusudur; muarızı ve karşıtı değiller ki!

Zayıf hadis vardır, uydurma hadis vardır. Ve bir şekilde bunlar hadis kitaplarına girmiş olabilir. Yüzyıllar boyu hadis âlimleri bu mevzular üzerinde çalışmalar yapmış, bunları ayıklamaya çalışmışlar. Arada kalanlar olmuştur... Ama bunları göstererek ya da kendi mantık kriterlerine uymayanları ön plana çıkararak bütün hadislere karşı insanların bütün iyi niyetlerini yerle bir etmeye kimin, ne hakkı ve haddi var! Bu, tıpkı Mutezile gibi birtakım tahakkümi şüpheleri delil diye sıralayıp kafa karıştırmak, cerbeze yapmak değil de nedir? Bununla Kur’an’a haksızlık ediyorlar, farkında değiller. Belki de farkındalar ve kasıtlı yapıyorlar, bilemiyorum. Allah bilir hakikati.

İkincisi, Hadis-i Şerif, Kur’an’ın açıklayıcısı mesabesindedir. Açıklama elbette daha teferruatlı, daha detaylı olur. Bu nazarla bakarsanız Hadiste anlatılan çok şeyi Kur’an’da bulamazsınız.

Nitekim değişen zaman ve şartlar muvacehesinde karşılaşılan her hükmün karşılığını Kur’an’dan bulmak mümkün olmuyor. Bunun çözüm yollarını bulmak icap ediyor. Mesela Hz. Muaz bin Cebel örneği bu konuda en bilinen örneklerden biridir. Resulullah (a.s.m.) onu Yemen’e gönderirken, karşılaştığı mevzuları nasıl çözeceğini sormuş, o da önce Kur’an’a, onda bulamazsa Hadise, şayet onda da bulamazsa kendi görüşüne göre hüküm vereceğini söylemişti.  Resulullah (a.s.m.) onun bu cevabını olumlu bulmuş ve hatta Allah’a hamd etmişti. Demek ki yetkili kişinin kendi görüşüne göre karar vermesinin önünü açmıştı Resulullah (a.s.m.). Hadi diyelim ki bu son kısım tartışmalıdır... Onu bir kenara bıraksak bile, Hadis muvacehesinde mevzuları değerlendirmenin, çözmenin ehemmiyeti açıkça ortadadır.

Şayet bu insanların düşüncesi Kur’an’ı korumaksa o zaman Hadise ilişmeleri değil, onu muhafazaya çalışmaları gerekir. Çünkü Hadis, başkalarının kendi kafalarına göre yorum yapmalarının önündeki en büyük engeldir.

“Uydurma Hadisler var” diye başlayıp Ehl-i Sünnetin görüşlerini haşa “uydurulan din” mesabesine kadar indirmeye çalışmak, cinayettir. Bu uğurda, din düşmanlarına karşı cansiperane Hadisi savunan şahısların manevi şahsiyetlerini tarumar etmek de, en basitinden kul hakkına, dolayısıyla ümmet hakkına girmektir.

Velhasıl, biz Kur’an’a arz etmeye karşı çıkmıyoruz. Rabbimiz böyle bir hataya düşmekten bizi muhafaza buyursun. Fakat asıl itiraz ettiğimiz nokta, bu insanların “Kur’an böyle diyor” diyerek Hadis-i Şerifleri aradan çıkarmaları ve aslında kendi yorumlarını işe karıştırmaları. Hadisi aradan çıkararak ayetleri tevil etmek, kendi anladığına göre Kur’an’a arz etmek demektir. Ve bu da Ehl-i Sünnetin Kur’an ve Hadis çevresinde örülen sağlam kalesini çürükmüş gibi gösterip, ehl-i dini, kendi cılız kalkanında korunmaya davet etmek mesabesindedir. Çürük demekle o sağlam kale değerini yitirmez ama bu söylemlere aldananlar kendilerini tehlikeye atmış olurlar, o zaman yazık olur.

RisaleHaber.Com

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Hadis inkârcıları dini Resulullah’tan daha mı iyi biliyorlar?


Hadis inkârcılığını tehlikeli buluyorum. Çünkü ucu Kur’an’a, yani İslam’ın temeline dayanıyor.
Bu mevzudaki kanaatlerimi dile getirmeye çalıştığım önceki yazımdan sonra bunun nedenlerini ciddi ciddi düşündüm. Fakat maalesef, dindar görünen, sık sık televizyonlara çıkıp din hakkında sorulan sorulara mantıklı cevaplar vermekle ünlenen isimlerin durduk yerde Hadis mevzuunu gündeme getirmelerini bağlayacak nedenler üretemedim.
Belki de birkaç tweetlik bir olaydı ama nedenini anlamakta güçlük çekiyorum. Yıllar öncesinden, Hadis hakkındaki bütün geleneği tanımazlıktan gelerek ciddi ciddi Hadis aleyhinde argümanlar üretip onu yok etmek için kalınca bir kitap yazan bir heyette, isim belirtmeden yer alanların onca yıl sessiz kalarak, ya da küçük itirazlarla yetinerek Hadis hakkında tartışmalara pek girmezken durduk yerde birkaç cümle paylaşmalarını anlamak kolay değil elbette. Ya her günkü sıradan paylaşımlardan biri ya zemin yoklamak ya da yapılacak büyük atış için yavaş yavaş harekete geçmek kabilinden değerlendirilebilir ama kesin bir şey söyleyebilmek zor.
Hakiki sebebini Allah bilir. Ancak (velev hayırlı olduğunu düşünerek bunu yapıyor olsalar bile) insanları yönlendirmek için uğraştıkları bu yolun hiç de hayırla neticelenmeyecek, bilakis tehlikeli denecek bir yol olduğunu ifade etmek gerekir.
Çünkü–ister kasıtlı yapılsın isterse iyi niyetle–bu konudaki çalışmalar, öncelikle, Hadis hakkında şüpheleri yaygınlaştırır. İkincisi, Hadis hakkında ortaya atılan şüpheleri “hakikatmiş” gibi gösterecek tartışmalar başlar belki de başlatılır. Nitekim ne zaman söz konusu Hadis olsa, itiraz edenler hemen mantığa uymayan Hadisleri örnek göstererek işe başlarlar ve bütün Hadisler böyleymiş gibi bir algı oluştururlar; sonra da kademe kademe ilerleyerek bütün Hadislere ilişirler. Akabinde ise bunların dinle bir ilgisinin olmayacağını iddia ederler. Üçüncüsü, böylelikle Hadislere güvenilmeyeceği algısı oluşur/oluşturulur ve bunun yaygarası yapılır. Bunu yapacak gönüllüler bulmak çok da zor olmaz. Son bir aşama ise, ki bu en tehlikelisidir, aynı düşüncenin Kur’an hakkında devreye girmesi... Çünkü Hadis inkârında başvurulan yolların aynısı Kur’an için de sözkonusu. Bu yolla Hadis inkâr edildikten sonra Kur’an’a saldırmak çok daha kolaylaşır. Önündeki büyük bir engel kalkmış oluyor ne de olsa.
Bu bir teori... Belki de uç bir teori... Ancak bu heyetin Hadisi reddeden kitaplarını okuduktan sonra tedirginliğim ciddi oranda arttı. Kitabı satır satır okumadım. Ama okuduğum kısımlar bu düşüncelere kapılmama yetti de arttı. Nitekim Hadis konusunda bugüne kadar konuşulan önemli konuları öne çıkarmışlar ve kendilerince ürettikleri argümanlarla bunları çürütmeye çalışmışlar. Hadis konusunda yeterince bilgisi ve itikadı olmayan çoğu insanın hemen kabul edebileceği kabilden argümanlar...
Bu mevzuyu tehlikeli kılan ana amillerden biri, din konusunda çok konuşan insanlar tarafından bu tartışmanın harlandırılıyor olması. Bu insanların da oluşmuş bir hayran kitlesi mevcut. Ve öyle bir noktaya gelmiş ki, siz bunlar aleyhinde bir cümle kurduğunuzda hemen gericilikle, hurafecilikle yaftalanıyorsunuz. Çelişkiye bakar mısınız? Hani Hadisi savunanlar mutaassıptı!
Dindar insanlar Hadisi neden inkâr etmek için bu kadar uğraşsınlar ki? Şayet din taraftarı iseler dinin koruyucusu olan Hadisten alıp veremedikleri ne olabilir?
Hadislerin sağlamlığı tartışılabilirdi. Hadise karışma ihtimali olan yalanlar söz konusu edilebilirdi. Ya da uydurma hadislerden yola çıkarak olmayan şeyleri dine karıştırmak için yapılan zararlı ve tehlikeli ilaveleri tespit etmek için uğraş verilebilirdi... Şayet öyle olsaydı, gerçekten çok faydalı bir hizmete vesile olmuş olacaklardı. Bu mevzular zaten asırlardır tartışılageliyor. Bu arkadaşların yaptıkları da o çalışmalara yeni ve taze kan hükmünde fayda sağlamış olacaktı. Ama bu heyet Hadisin zayıflığını tartışmıyor; doğrudan devreden çıkarıyor. Hasattan zararlı haşeratı çıkarmak için bütün mahsulü yakma edasıyla dini tahrip ediyorlar, haberleri yok! Sözümona Kur’an’ı korumak için...
Kur’an’ı korumanın yolu bu değildir! Bu hakkı o insanlara kimse vermez. Nitekim başta Kur’an onları reddeder. Resulullah’a (a.s.m.) itaati emreden onlarca ayetin yanı sıra, şu ayet yalnız başına onlara “edepsizlik ediyorsunuz” ikazında bulunuyor ve ağızlarına tokat vuruyor. Hatta tehlikeli bir alana girdiklerini de imaen haber ediyor:
“Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar aralarında başgösteren meseleler için senin hükmüne başvurup, sonra da senin vermiş olduğun hükme, gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa suresi, 4:65)
Dine dair bir mesele olduğunda Sahabiler Resulullah’a (a.s.m.) başvuracaklar da günümüzün zeki hocaları (!) Resulullah’a başvurmak mesabesinde olan Hadise başvurmayacaklar! Ya ne yapacaklar? Kur’an’a bakıp kendi akıllarınca anlam çıkaracaklar!
Bunların yaptıkları Kur’an Müslümanlığı falan da olamaz. Şayet olsa bu ayeti görür ve hadlerini aşmazlardı. Hadise ilişmeye cesaret edemezlerdi.
İşte, bunları düşününce niyetlerinin halis olma ihtimali bana aşırı safderunluk gibi geliyor...
Kısacası, Hadisi reddetmek, Kur’an’ın çevresindeki sağlam surlarda gedik açmak demektir. Gerçi etrafında hiçbir koruyucu olmasa bile Kur’an’a zarar veremezler ya! Onu indiren, onu koruyacaktır muhakkak. Bunda şüphemiz yok. Fakat bu arada zayi olacak, telef olacak çok sayıda mütehayyiri de hesaba katmak zorundayız. Bu çetin iman cenginde bir kayıp bile çoktur!

12 Temmuz 2015 Pazar

Hadis devreden çıkınca Kur’an’ı hangi akıl izah eder?


Bir süredir İmam Şafii’nin hayatını konu alan bir roman çalışmasına devam ediyorum. Dönemin şartlarına göre Ehl-i Sünnet ulemasının gösterdiği muazzam gayretleri ve İmam Şafii’nin de o mücadeledeki fonksiyonu gerçekten takdire şayan. Hususan İmam Şafii’nin Fıkıh Usulü konusunda attığı temel ve özellikle de Hadis konusundaki neşriyatı, onun hem bulunduğu asır açısından rahatlatıcı hem de sonraki asırlar için yol gösterici mahiyette.

Konu Hadisler olunca sıcağı sıcağına duyulan küçük bir mevzu bile hemen dikkati mucip olabiliyor. Bir cümle bile olsa, arkasında büyük bir fikri sakladığı için küçük görülmeyip bir anda insanın âlemini kaplayabiliyor.


Hadisleri kim reddeder?

“Kur’an’ı ön plana çıkarma” başlığı altında Hadisin reddedilmesi meselesinden bahsediyorum.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, Hadisi reddetme fikri, iki ayrı kesimden gelir. Dini sevmeyen, din ile kavgalı olanlar birinci kesimi oluşturur ki bunlarda toptan reddetme söz konusudur. Buna Kur’an da dâhildir. Fakat ikinci bir kesim vardır ki bu, birincisinden daha tehlikelidir. Bunu fark etmek için bunların söylemlerine ve söylemlerinin yankılarına bakmak yeterlidir. Nitekim birinci kısmın kim olduğu, din aleyhtarlığı belli olduğu için onlara karşı daha dikkatli ve tedbirli olunabiliyor. Ancak aynı şey bu ikinci kısımda pek mümkün olmuyor. İçeriden gelen bir itiraz, dışarıdan yapılan saldırıdaki kadar kolay savuşturulmuyor. Üstelik bunlar ekranlarda çok sık görülerek insanları yönlendirme pozisyonunda olan, itibar edilen, fikirleri benimsenen kişiler olunca durum daha da ciddi bir hal alıyor.

Fikirleri “dini bid’at tortularından arındırma,” “peygamberi iftiralardan kurtarma” gibi cümleler eşliğinde geldiği için pek çok insan bunu önkabulle hemen benimseyebiliyor ya da en azından mütehayyir kalabiliyor. Öyle ya, dinin bid’atlardan arınmasını kim istemez ki! Resulullah’ın (a.s.m.) iftiralardan kurtulması her mü’minin arzu ettiği bir şey değil midir?

Oysa bu o kadar da masum değildir.

Niyetlerini sorgulamıyoruz. Kimsenin niyetini sorgulamak kimseye düşmez. Ancak söyledikleri ve yaptıkları, bunun çok tehlikeleri havi olduğunu alenen gösteriyor.


Tehlikeli bir çaba

Nitekim bu zatların Uydurulan Din’lerini okuyup da dehşete düşmemeniz işten bile değildir. Seçtikleri hadisleri ustalıkla sıraladıklarını ve akabinde bunlarla “din” olup olmayacağı görüşü okuyucuya bırakılıyormuş gibi “kararı sen ver” kabilinden dini akla ve mantığa kurduran izahlar, okuyanı içten içe sarsar. Yani aklı hakim kılan izahlar fazlasıyla yer bulur bu mecrada. Kur’an “Akletmez misiniz? Düşünmez misiniz?” sorularıyla aklı muhatap alır ama akıl yalnız başına din koyma/kaldırma yetisine sahip değildir. Fazlasıyla Seküler kokular geliyor bu yaklaşımdan...

Fakat asıl beni ürküten husus bunlar olmadı. Çünkü aklı başında her mü’min bunu bilir ve buradaki cerbezenin farkına varır. Asıl benim tehlikeli bulduğum husus, hadisleri savunmak için verilen cevapların serdedilerek bir bir çürütülmeye çalışılması. Yüzeysel bir nazarla bakıldığında haklı da görülebilecek cevaplar var bunların arasında. Buna da tamam diyebilirsiniz; ancak binbir uğraşla tümseğe çıkardıkları bu red tekeri orada kalır mı? Yuvarlanıp o tümsekten aşağı inmez mi?

Nitekim bu kadar aklî gibi görünen izahın bir adım ötesi, Kur’an’a dayanıyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim, o Hadislerin sahibi tarafından bize ulaşmış bulunuyor. Hadis hakkındaki bu kadar olumsuz izahtan sonra, “Resulullah’ın en güvenilebilecek tek hadisi Kur’an’dır” demek neyi değiştirir ve kimi ikna eder ki? Siz ona giden bütün yolları çökerttiniz az önce.

Ben bu zatların niyetlerini bilemiyorum. Belki de cidden bir bid’at rüzgârı hissediyorlar. Belki cidden yalan ve uydurma hadislerin dine verdiği zararın farkında oldukları için insanları buna karşı uyarmaya çalışıyorlar. Ancak bunun yolu genelleme yapmaktan mı geçer? Bütün hadisleri toptan yok saymakla mı bu mesele hallolur? Peygambere isnat edilen yalanları ayıklama yolu varken tamamını devre dışı bırakmak ne kadar masum olabilir?

Bunu çok tehlikeli olarak görüyorum. Kur’an’ı anlatan Hadisleri devre dışı bırakırsanız Kur’an nasıl, neye ve kimin aklına göre anlaşılır? O zaman, Arapça konuşan bir topluma Arapça olarak inen Kur’an’ı, hiç Arapça bilmeye lüzum da görmeden, sırf meallere (tabii ki kendi görüşüne en yakın olanına) bakarak hüküm vermeye kalkanlar meydan alır yürür. İşte kaş yapayım derken göz çıkarırsınız da farkında olmazsınız (niyetiniz halisse).


Hadisler Kur’an’ın kalkanıdır

Kur’an’da hükmü açık olan ayetler vardır ki bunlar zaten detaylı bir şekilde izah edilmiştir. Buna tamam denebilir. Çünkü bunlarda ayrıca kalkıp da “Bu acaba ne olabilir?” demeye, bunun için Hadis aramaya lüzum yoktur. İmam Şafii buna Ramazan örneğini verir. Onunla ilgili detaylı bilgi olduğu için kimse kalkıp da “Acaba emredilen oruç Şaban’da mı tutulur yoksa Recep’te mi?” diye sormaz.

Ancak her konu böyle midir? Resulullah’a (a.s.m.) emir şeklinde gelen ve açıklaması onun uygulamalarına bırakılan çok sayıda ayet var. Hadislere bakılmadan bunları anlamaya kalkarsanız azıcık yapmakla “Tamam, yaptım” deyip işin içinden çıkmak isteyenlere kapı açmış olursunuz. O zaman sadece lügat karşılıkları anlaşılır ve bunu da herkes anladığı gibi yapmaya kalkar. Hurafelere, bid’atlara o zaman kapı açılmış olur.

“Namaz belli vakitlerde müminler üzerine yazılmıştır” deniyor ayette mesela. Hadi 5 vakit, 3 vakit tartışmalarını bir yana bırakalım. O vakitlerde kaç rekât kılınacak? Nasıl kılınacak? Daha da ötesi, Arapçaya vakıf olmayan kimileri çıkıp “Burada kast edilen sizin dediğiniz gibi eğilip kalkmak değildir. Salat, dua etmektir” diyebiliyor. Şayet namaz böyleyse bunu herkes yapıyor. Dinle alakası olmayan insanlar bile “Benim kalbim temiz. Ben şöyle şöyle yapıyorum zaten” diyebiliyor. O zaman Kur’an’daki o ikazlar, uyarılar kimin için? Zaten herkes dua ediyor, herkesin yardım ettiği birileri var. Oysa ne o namazdır, ne de bu zekât!

“Kur’an’ı tek ölçü bilmek” bu ve daha binlerce tehlikeyi beraberinde getiriyor. Ve “uydurulan din” asıl böyle ortam buluyor.


Peygamber bir postacı mıdır?

Böylelerinin peygamberlerin görevleriyle ilgili oturtamadıkları hususlar var. “Allah’ın elçisi” derken, “Allah’tan aldığını getirip bize teslim etti, vazifesi bitti” şeklinde bir postacı derecesinde değerlendiriyorlar. En azından ben öyle görüyorum. Çünkü mesela yine aynı kitapta tenkit için paylaştıkları şu Hadis ve devamında ekledikleri izahından bunu anlamak mümkün:
“Hazreti Peygamber çocuğa doğumunun yedinci gününde isim konmasını, çocuğun yıkanarak pisliklerden temizlenmesini ve kurban kesilmesini emir buyurdu.” Tirmizi, Edeb 63/2834; Ebu Davud 2837

Bu hadisi okuyan, bu hadiste kötü bir şey görmeyebilir. Fakat Kuran’da, çocuğa yedinci günde isim konmasının veya kurban kesilmesinin “emredildiği”ne dair hiçbir şey yoktur. Sorun, hadisteki “emir buyurdu” ifadesindedir; Peygamber’in bu uygulamayı emretmeden, kendi tercihiyle yaptığını düşünebiliriz, sonuçta bu uygulamalarda Kuran’a aykırı bir yön yoktur. Fakat dinde olmayan bir emri ve sevap kavramını dine ilave ettiği için bu hadis de uydurmadır. İllaki hadisin zararlı bir şey ifade etmesi gerekmez. Hatta hadis iyi bir şeyi dahi “sevap” veya “emir” diye dine sokuyor veya zararlı bir şeyi mekruh yapıyorsa bile; dine ilave getirdiği için hadisin yine uydurma olduğu anlaşılır. Bu tip uydurmaların sebebi, kitabın 5. Bölümünde değindiğimiz gibi dini sevdirmek olabilir. Fakat sebebi ne olursa olsun, insani olanı Allah’ın dinine katmak, insani ile Allah’tan olanı karıştırmaktır ki bu da dine ihanettir.

Bu cümlelere yüzeysel bakılınca bazı dimağlarda kendisine yer bulabilir. Ama bir dakika! Bahsettiğiniz zat herhangi biri değil. Allah’ın kitabını getiren Resulullah’tan (a.s.m.) bahsediyoruz. Ve burada kullanılan ifadeler de tüyler ürpertici. Resulullah’ın (a.s.m.) Kur’an’da olmayan ifadeleri “uydurma” ve bunu Allah’tan olana karıştırma da “ihanet” olarak niteleniyor (Kur'an'a karıştıran da yok zaten, Resulullah'a (a.s.m.) hürmeten sünnetine icabet edenlerin yüzünü kızartmaya çalışıyor). Üstelik çok iyi niyetle bile olsa, güzel bir şey bile olsa şeklinde de vurgulanıyor. Bir insan Hadis, mezhep tanımazsa ve Peygambere de (a.s.m.) postacı nazarıyla bakarsa, açıklamaları da mevzunun bu kadar uzağına düşer.

Oysa Cenab-ı Hak, Kur’an’da “O ancak kendisine vahyolunanı söyler” diyerek Resulullah’ın (a.s.m.) sözlerinin mahiyetini bize bildirir. Bunu da “Burada kast edilen Kur’an’dır” diye tevil ediyorlar ya! İşte burada da Hadisler olmayınca ayetleri herkesin nasıl aklına göre istediği tarafa çektiğinin açık bir örneğidir.

Bu mevzuda Bediüzzaman Mektubat’ta, 19. Mektup’ta şöyle bir izaha yer verir:
Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselam, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselam onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur'an ve bazı ehadis-i kudsiye gibi.

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülasası, vahye ve ilhama istinat eder; fakat tafsilatı ve tasviratı Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselama aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselam, bazan yine ilhama, ya vahye istinat edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilat ve tasviratı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

İşte meselenin hülasası budur. Hadislerin de vahye veya ilhama mazhar olma cihetini gözardı ederek, Resulullah’ı “emaneti teslim etti, görevi bitti” şeklinde görerek hata ediyorlar.


En selametli yol

İşte, bütün bu meseleler gösteriyor ki, aklı ve mantığı haddinden fazla öne çıkaran Mutezileler, Cehmiyeler bir süreliğine de olsa kafa karıştırıp beraberinde de bazılarının kalbinde derin şüphe yaraları açarak gidiyorlar. Ancak Ehl-i Sünnet’in aklı devreden çıkarmayan ve fakat her şeyde de onu öne çıkarmayan yolu, en selametli ve en güvenli yol olarak sağlamlığını korumaya devam ediyor. 

Kur’an’ın anlaşılmasını isteyenlerin Hadisi inkâr etmesi değil, onu sahiplenmeleri gerekmez miydi? Çünkü Hadis, Resulullah’ın (a.s.m.) en büyük mucizesi olan Kur’an’ı daha parlak gösteren eşsiz bir koruyucudur. O koruyucu giderse asıl o zaman “Kur’an’daki Din” başlıkları altında yeni yeni icatlar ortaya çıkmaya başlar. İşte o zaman tehlike kol gezmeye başlamıştır!

Allah muhafaza!