24 Şubat 2012 Cuma

Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır

Bir zaman bir bedevi, çok sevdiği padişaha bir hediye götürmek ister. Çölde yaşadığı için, ona göre en kıymetli şey sudur. En güzel kırbasını alır ve derenin bulanık suyundan doldurarak yola koyulur.

Saraya varınca neden geldiği sorulur. “Size bir hediye takdim etmek istedim” der padişaha.

Fakat âdet olduğu üzere, hediye getiren kişi hediyesini takdim etmeden önce, daha önce getirilen hediyeler gösterilmek üzere hediyeler salonuna götürülür.

Salonda gezerken bakar ki altından tahtlar, rengârenk elmaslarla süslenmiş taçlar, atlaslar vs. gibi birbirinden kıymetli hediyeler var her tarafta. Ve her biri de önemli kişiler tarafından getirilmiş.

Bütün bu hediyeleri görünce boynunu büker ve mahzun bir şekilde elindeki kırbasına bakar.

Sıra, hediyesini takdim etmesine gelmiştir. Padişahın huzuruna çıktığı zaman şöyle der:

“Ey padişahım! Ben sizi çok seviyorum. Şayet benim gücüm yetseydi, hediyeler salonunda olan bütün hediyeleri, hatta onlardan çok daha fazlasını kendi adıma size takdim ederdim. Çünkü siz buna layıksınız. Şimdi ben bütün onları kendi namıma hediye ediyormuşum gibi bu suyu size takdim ediyorum. Ne olur kabul buyurunuz!”

Bu ifadeler padişahın çok hoşuna gider. Zaten o hediyelere ihtiyacı olmayan padişah, bedevinin bu çok samimi ve içten niyetiyle takdim ettiği hediyesini kabul eder. Ve ona kat kat ihsanlarda bulunur.

Aynen bunun gibi, bir mü’minin de niyeti, amelinden daha hayırlıdır.

Peygamberler, melekler, asfiyalar, evliyalar gibi makbul dua ve ibadet sahiplerinin Allah’a takdim ettiklerini görüp kendi ibadetiyle karşılaştırınca, kendi yaptıklarının bulanık bir sudan öteye geçmediğini görüp mahzun olur insan. O zatlar gibi ibadet etmek ister ancak elinden gelmez.

Bu nedenle, namazında “Etahiyyatülillah...” diyerek o ibadetleri kendi namına Kâinat Padişahına takdim eder. Yani der ki:

“Ey Rabbim! Bütün varlıkların Sana takdim ettikleri ibadetleri, ben kendi namıma sana takdim ediyorum. Şayet elimden gelseydi onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Çünkü Sen bunlara, hatta çok daha fazlasına layıksın.”

Evet, niyet çok kapsamlı bir şükürdür ki, Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam, “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” buyurmuşlardır.

(Sözler, Yirmi Dördüncü Söz’den mülhemen...)
Kaynak: Tefsir Saati

9 Şubat 2012 Perşembe

Ömer bin Abdülaziz'in vefat yıldönümü vesilesiyle Radyobüs'e konuk olduk


Bugün 9 Şubat...

Hava çok soğuk...

Acaba kar yağdığından mıdır? Yoksa yürekleri ısıtan bir sıcaklığın yokluğundan mıdır bu?

Hani Allah buyuruyordu ya, “Yer ve gök onlara ağlamadı” diye. Demek ki yer ve göğün yokluğundan mustarip olduğu, acısına dayanamadığı için yaşlar döktüğü kıymetler vardı.

Öyleyse neden ağlıyor sema? Döktüğü bu kristalden gözyaşları kimin için?

Hani yüzlerce evsizi düşünmüştü de, tahta çıktığı günün ertesinde kendisine tahsis edilen sarayı terk etmişti ya Ömer bin Abdülaziz... Acaba ona mı ağlıyor sema? Onun gidişinden midir bu soğuk hava?

Evet, bugün 9 Şubat...
Beşinci raşit halife, müminlerin emiri Ömer bin Abdülaziz’in vefatının 1292. sene-i devriyesi...
Rahmetullahi aleyhi rahmeten vasiaten... Rabbimiz cümlemizi şefaatine nail kılsın.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Aman, uhuvvetimiz sadeleşmesin!

Keşke Risale-i Nur sadeleştirilmeseydi. Keşke o, Kur’an hakikatleriyle bizi bağlayan eser külliyatının orijinaline dokunulmasaydı. O, Risale-i Nur’un kendine has üslubuna hiç müdahale edilmeseydi. Keşke...

Ama oldu... Yıllardan beri tartışılagelen sadeleştirme mevzuu yeniden gündeme geldi. Ama bu kez yapılsın mı yapılmasın mı olarak değil. Keşke yapılmasaydı olarak çıktı karşımıza. Ve bunun olacağı belliydi de... Ancak, beşer eliyle de gelse kader-i İlahî noktasından da bazı planların olduğunun hesaba katılması gerektiği kanaatindeyim. Bunu nazara almadan hareket edince, fayda sağlayayım derken zarar verme ihtimalimiz oldukça yüksek olur.

Sadeleştirenleri haklı bulmuyorum. Yayınlanan kitabın kapağında “sadeleştirilmiştir” ya da “Günümüz Türkçesiyle” vs. gibi bir ibare görememem bir talihsizlik oldu. Bu kapağı görenler bu külliyatı orijinal sanabilirler. Risale-i Nur’u hiç bilmeyenler bundan yola çıkarak yanlış izlenimlere katılabilirler. Kitabın içeriğiyle ilgili kapağına bilgi konsaydı ve sadeleştirenlerin isimleri yazılsaydı, sorun belli bir ölçüde çözülmüş olacaktı.

Lem’alar kitabının sadeleştirilmiş hali neşredildikten sonra bir haber sitesinde şöyle bir başlıkla yayınlanmıştı: “Bu kitap kavga çıkartır!” Yanımda bulunan bazı kardeşlerimle konuşurken “İşini kavgayla halledecek en son cemaattir bu cemaat” demiştim.

Ancak yazılanları, çizilenleri görünce çok tereddütte kalıyorum. Risalelerin sadeleştirilmemesini savunanların karşı görüşte olanlara hakk-ı hayat tanımayan yazıları okudukça içim cız ediyor. Bir hakikati ispat etmek (daha doğrusu kendi görüşünü karşı tarafa kabul ettirmek) için diğer görüş sahiplerinin bütün güzelliklerini hak ile yeksan etmek çok insaflı bir davranış olmasa gerek. Yılların yazarlarında bile bu üsluba şahitlik ettim maalesef. Genel olarak yazılar gayet güzel başlıyor, kendi fikrini sıralayıp izahta bulunuluyor; ama sonlara doğru üslup gittikçe sertleşiyor.

Bu hususu ben ağabeyler imzasıyla neşredilen dokuz maddelik bildirgede de hissettim. Başta Risalelerin neden sadeleştirilmemesi konusu maddeler halinde gayet güzel bir şekilde ele alınmış. Ve her insaf sahibi de burada yazılanlara hak vermiştir kanaatimce.

Ancak, sekizinci maddeye gelindiğinde durum biraz değişmiş. Hücumat-ı Sitte Risalesi’nden eklenen paragrafın (burada biraz haddimi aşarak söylüyorum) konuyla ilgisi olmadığını düşünüyorum. Tahminime göre bunu bu maddeye eklerken paragrafın sonundaki “... Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın” ibaresine vurgu yapılmak istenmiş. Ancak Bediüzzaman’ın burada uyardığı husus, Üstad Hazretleri’ne karşı bir kıskançlık damarının bulunması...

Dokuzuncu maddede üslup daha da değişmiş:

“Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler.”

Burada da bu işten vaz geçmeleri isteniyor ancak kullanılan tövbe etme ibaresi bana çok ağır geldi. Keşke hiç eklenmeseydi.

Bazı ağabeylerimiz İncil’i örnek göstererek Risalelerin tahrif edilebileceği örneğini verdiler. Bu zamanda Risalelerin bu şekilde tahrif edilebileceğine hiç ihtimal vermediğimi belirtmek isterim. Risalelerin orijinalleri meydandadır. Herkesin cep telefonlarına varıncaya kadar muhafaza edilmiş hali mevcuttur.

Risaleler tahrif olmaz, inşaallah. Ancak benim asıl endişe duyduğum husus uhuvvetin tahfif olması... Kardeşliğin yara alması... Kardeşlerin birbirine ağır ithamlarda bulunmaya başlaması... Kendi iddiasını kuvvetlendirmek için kardeşine hakk-ı hayat tanımaması... Ve bütün bunların zararının dönüp dolaşıp Risalelere dayanması...

Bazı ağabeyler kendilerini o kadar kaptırmışlar ki siz-biz diye ayırmaya başlamışlar bizi. Onların samimiyetinden hiçbir şüphem yok. Ama mevzuya “Sadece ben haklıyım” nazarıyla yaklaşılınca bilinçaltına iki ayrı taraf mesajı gönderiliyor. Bu biraz daha ilerleyince, yarın gerçekten de “siz-biz” diye bölünmek hiç de kaçınılmaz değil. Dünün muhabbet fedaileri, bugün siz diye kardeşiyle konuşuyorsa, yarın kimbilir neler söylenir?

Muhterem ağabeyim Cezmi Huyut, dün okuduğum “Biz hatasız mıyız?” başlıklı yazısında, Van depremine atıfta bulunarak “Yıkılan evleri binaları yenilersiniz, daha iyisini yaparsınız, fakat kırılan kalpleri tamir etmek zordur, kalpleri yapabiliyor musunuz, muhabbet kuleleri inşa edebiliyor musunuz?” diye sormuş haklı olarak. Şimdi bunu sadeleştirme konusu gündeme geldiğinden beri yapılan tartışmaları nazara alarak okuyup, sonrasında da yine Cezmi Ağabey’in şu cümlelerine nazar edelim: “Asıl hüner böyle fena zamanlarda kardeşlerine merdane ve fedakarane vaziyetleri takınmaktır. Yoksa kırk yıllık hukuklar kırk paralık şeylere feda ediliyorsa asıl ağlanacak hazin tablo budur. Dostu ağyar etmek hüner değil. Düşmanı dost edebiliyor musun?”

Allah razı olsun muhterem ağabeyim. Ne güzel söylemişsin. Rabbim maddi depremleri bir daha vermesin inşaallah. Ama manevi depremler hükmünde olan kardeşler arası husumeti hiç vermesin diye de duama ekliyorum.

Biz Risalelerin değiştirilmesini istemiyoruz. Ama bunu nazara alırken kendi şahsımızın değişip değişmediğini de hesaba katmalıyız. Risaleler hak ettiği saygıyı yine görecek ve Allah’ın izniyle bu çark durmamak üzere kıyamete kadar devam edecektir. Buna, Allah müsaade etmeden, kimsenin dur demeye gücü yetmez. Ancak biz ne âlemdeyiz? Kur’an hakikatlerinin bir tercümanı olan Risalelerin oluşturduğu şahsiyet-i maneviyeye ne ölçüde uygun hareket edebiliyoruz? Müspet hareket ölçülerine ne kadar uygunluk gösterebiliyoruz? Hakikat incinmesin ve bu hakikatler herkese ulaşsın diye her türlü siyasî düşüncenin, fikrî ayrılığın üzerinden konuşan Bediüzzaman Hazretleri’ne hangi seviyede talebe olabiliyoruz?

Sadeleştirme mevzuu yıllardır gündemi meşgul ediyordu. Ve adeta “ben geliyorum” diyordu. Olay meydana geldikten sonra karşı çıkmaktansa, keşke önceden tedbirler alınabilseydi. Bugünden sonra yapılan bütün tartışmalar, berrak bir camda kalan lekeler olmaktan öteye geçmeyecek gibi görünüyor. Çoğu yapıcılıktan çok kırıcılığa adapte olmuş görünüyor. Kimse önceki fikrini bırakıp sizin yazınızda iddia ettiğiniz şeyi hemen benimsemez zira.

Bu zamanda insanların fikrini değiştirmek hiç kolay değil. Kimse karşı görüşlü birisinin bir yazısını okuyarak hemen fikrini değiştirmez, değiştiremez. (İstisnaları olabilir. Ve ben karşı görüşlü yazıları okuyarak fikir değiştiren kaç kişi var, cidden merak ediyorum.) Hal böyleyken fikrî baskı yapmadan, sadece kendi görüşünü belirtmek ve bunu destekleyen delillerini serdetmek en doğru yaklaşım olacaktır diye düşünüyorum.

Ben daha âlem-i şehadette yokken yapılan ve sonrasında bazılarına şahitlik ettiğim tartışmalar gibi bu tartışma da yarın dinecek, bitecek. Ama zihinlerde kalanlar silinmeyecek. Uhuvvet esasları üzerine konuşabilmek, “Sadece benim bildiğim doğrudur” tarzındaki söylemlerden kaçınarak “En doğru benimdir” düşüncesiyle ve müspet ifadelerle hakikatin anlaşılmasına katkı sağlayabileceksek ne ala! Eğer aksini yaptıysam... Sükût!


7 Şubat 2012 Salı

Sadıklarla beraber olmak


O Hak âşıkları, hakkı işittikleri zaman hemen kabul ederler. İsterse bu, bir hizmetçiden gelsin!

Medine’de vali olduğu sıralarda Ömer bin Abdülaziz, bir meseleden dolayı birisini hapseder. Bir gün tayin eder ve şayet kararından dönmezse o güne kadar hapisten çıkamayacağını söyler. O gün gelip çatar ve artık adamın serbest kalması gerekmektedir. Ancak öyle olmaz. Adam hâlâ hapistedir.

Bunu fark eden Müzahim isimli Ömer bin Abdülaziz’in sadık hizmetçisi durumu kendisine hatırlatır. Ancak Ömer bin Abdülaziz adamın hatasından dönmediği için serbest bırakılamayacağını söyler. Bu söze çok üzülen Müzahim, karşısındakinin vali olduğunu ve bu valinin devlet idaresini elinde tutan bir hanedana mensup olduğunu nazara almadan ona şu serzenişte bulunur:
“Verdiğiniz sözde durmanızı size hatırlatırım! Sabahında kıyametin kopa­cağı günü ve kıyamete gebe olan geceyi size hatırlatırım!”

Bu söz Ömer bin Abdülaziz’in iç dünyasına yıldırım gibi düşer. Müzahim bu sözden sonra yanından ayrıldığı için yüzüne karşı söyleyemez ama, arkasından dudaklarından şunlar süzülür:
“Vallahi sen benim gözümdeki perdeyi kaldırdın ey Müzahim! Allah’a hamdolsun ki gaflet anın­da bana Allah’ı hatırlatan senin gibi sadık bir dostum var.”

Arkasından da Tevbe suresinin 119. ayetini okur:
“Bis­mil­la­hir­rah­ma­nir­ra­him. ‘Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ­ve sadıklarla beraber olun.’ Sa­da­kal­la­hül­azim.”

Bunun üzerine birisini emniyet amirine gönderir ve hapis süresi dolan şahsın serbest bırakılmasını emreder. 

O Hak âşıkları, hakkı işittikleri zaman hemen kabul ederler. İsterse bu, bir hizmetçiden gelsin!

Bk. Ömer bin Abdülaziz, s. 67.

Rikkatime dokundun be Hüzn-ü Aşk

“Ben seninle kötü geçen günlerimizi bile özledim.”

Ne cümle ama! Aşığın maşuka duyduğu özlemin derecesini tarif eden az ama öz bir cümle. Belki de Hüzn-ü Aşk’ı tarif edecek bir cümle. Birbirine karşı duygular beslemiş, yıllarca bunu içinde tutmuş ama bir türlü birbirine açamamış ya da açmamış iki sevdalının yaşadıkları duygu yoğunluğunu konu alan bir kitap Hüzn-ü Aşk.

Kurgusu çok farklı... Yıllarca, çocukluktan başlayıp üniversite sonrasına kadar devam eden bir tutkuyu kâğıda döküyor aşıklar. Kâğıtta aşklarını görüyorlar, ona içlerini döküyorlar.

Şimdi düşünüyorum da, elini uzatsa dokunacak kadar yakın olduğu birisine nasıl olur da bu kadar yıl duygularını anlatamaz bir insan. Sadece sözleriyle değil, hareketleriyle de... Üstelik bu duygu yoğunluğu tek taraflı değilken... İçeride sıkışıp bir infiale yol açmadan bastırılabilmiş, başkaları görmesin diye üzeri örtülebilmiş, kimse duymasın diye sesi kıstırılabilmiş bir duygu... Elbette bile bile yaşanırsa, aranırsa, arzulanırsa ayrılıkla neticelenir.

Onlara, yani Leyla ile Aydın’a karşı içimde bir garip his oluştu. Acımakla kızma arasında bir şey... Elini uzatsa dokunabilecekken geri çekilmeleri biraz kızdırdı beni. Hatta komik ama tutup karşıma almak, bir güzel azarlamak geldi içimden. Diğer taraftan belki de karasevdayla tutkunken birbirlerine tutunamamaları üzdü beni. Üstelik yanlış bir kararla aşklarını dile getirmektense içinde saklı tutmayı yeğleyerek acı çekmeyi tercih etmeleriyse daha da acı oldu.

Roman bittiğinde bu acıların ne kadar devam ettiğini tam bilemiyorsunuz ama geldiği nokta itibariyle acılarının devam ettiğini fark ediyorsunuz. Yani insanın mutlu olmasında ya da acı çekmesinde kendi verdiği kararların ne kadar mühim olduğuna tanıklık ediyor insan. Üstelik bu bazen evet ya da hayır gibi basit iki şık olsa bile...  Söylemek ya da söylememek, anlatmak ya da anlatmamak gibi...

Leyla ile Aydın’ın bu halleri beni duygulandırdı. Yani nasıl söylesem rikkatime dokundu. Aşkın hüznü bir başka oluyor. İnsanın hayatla arasındaki bağlarını zayıflatıyor. Onsuz olmaktansa olmamayı tercih ettirebiliyor.

Evet, Hüzn-ü Aşk, birbirinden ayrı düşen iki aşığın birbirine olan duygularını kâğıda döktüğü bir aşkın hüzünlü hikâyesi. Sevgili Ahmet Ay’ın az bir zaman önce Esenkitap’tan çıkan ve bir çırpıda okunabilecek ikinci romanı. Gariplikler Pusulası'ndan çok farklı bir kurgusu var.

Ama şimdiden söylemeliyim ki bittiğinde buruk bir tat bırakacak sizde. Şöyle... Yok yok bunları söylememiş olayım. Herkesin bakış açısı farklıdır. Herkes kendi yorumunu kendisi yapmalı.

İyi okumalar...

3 Şubat 2012 Cuma

Hoş Geldin Bahar (a.s.m.)

Toprağın rengârenk kıyafetlerle bezenerek güzelleştiği, kışın soğuk esintilerini yerini ılık tatlı meltemlere bıraktığı, kaybolan birçok canlının yeniden ortaya çıkıp gülümsediği, ağaçların yeni yılın modası olan gelinliklerini giyerek süslendiği mevsimdir bahar….

İnsanlığın yaşadığı soğuk Cahiliye kışının yerini mutluluklara ve saadetlere bıraktığı, kız çocuklarının bayram ettiği, kadınların insan olduklarını hissettiği, köle diye horlananların insan olduğunu hatırladığı, zayıfların rahat dolaşmanın zevkini tattığı, insanlığın rahat bir nefes aldığı mevsimin adıdır bahar….

Bahar gelince evsizler gülmeye başlar. Sıcağa hasret kalan bedenler ısınmaya, aydınlığa hasret gözler güneşe kanmaya, soğuktan hareketsiz kalan koca âlem canlanmaya başlar.

Bahar gelince yetimler gülmeye başlar. Donmaya yüz tutan kalpler merhamete gelir. Cehalet karanlığıyla aklı bulanmışlar nurun güzelliğiyle huzura kanar. İnsanlığından şüphe etmeye başlayan mütehayyirler istikameti bulur.

Bu baharın en ince noktasında, hesapsız inceliklerle sayısız faydalar iç içedir. Baharın nisanında ayrı bir rahmet gizli… Onun yağmuru çok bereketli. Yazın hasat mevsiminde eli boş kalmamak için bu rahmetten istifade etmeli. Baharın yağmuru hem de şifalı… Temas ettiğine sağlık oluyor, bir huzur veriyor.

Baharın her günü güzeldir. Her esintisinde bir rahatlık, her gündüzünde bir aydınlık, her gecesinde bir tatlılık vardır. Onun yağmuru rahmet, fırtınası berekettir. Baharın mucizevî parmak musluklarından süzülen suyun tadı başka bir lezzettedir; kaynağı, binlerce kişi içse de tükenmez bir yerde… O baharın suyu şifadır. Kime temas etse huzur bulur, sıkıntıları yok olur.

Bahar çok şefkatlidir. Hele çocukları bir başka sever. Küçük çocuklar baharı gördüğünde sevinçleri kat kat artar. Çocuklar, onun güzelliğiyle neşelenir. Onunla oynamaya bayılırlar. O da çocukları kucağına alır, şefkatiyle başlarını okşar.

Bahar çok büyük bir müjde getirdi. Soğuklar arasında kalan insanın sıcağa ereceğini, yemyeşil bahçelerde neşe içinde hayat süreceğini, sıkıntıların son bulup üzüntünün kalmayacağını, sevenin sevdiğinden ayrılmayacağını söyledi.

İşte önümüzde iki bahar… Bu, yeni yılda ağaçlar çiçekler açarken geldi; o, ağaçlar çiçekle süslenirken yeni yılda… Bu, her şeyi çok güzel yapan bir sanatçıdan haber verirken; o, her şeyin sahibinden haber veriyor. Bu, ölüp kış mevsimiyle kefenini giyen dünyanın yeniden dirilmesini haber verirken; o, kıyametle kefenini giyecek olan insanlığın, yeniden dirilmesini müjde ediyor.

Bu iki bahar birlikte düşünülünce ortaya muazzam bir ihtişam çıkıyor. Bu ihtişam, muhteşem bir yaratıcının kudret kalemiyle resmedilmiş muazzam bir tablo gibi beliriyor. Evet, bu baharı bahar yapan o baharın gelişidir. O bahar gelmeseydi biz bu bahardan bihaber bir bahar yaşardık. Hem o bahar gelmeseydi, acaba bu bahar diye bir bahar olur muydu?

Bahar ilanattır. Bahar mektuptur. Bahar davettir. Bahar, güzellikler arasında seyir yapmak, dostlarla bir arada olmak, huzuru solumaktır.

Bu baharda da o baharı bulmak, her iki baharın da mesajlarını almak, hasat mevsiminde bereketi bulmak ve hiç bitmeyen bir baharı kazanmak dua ve temennileriyle, baharınız kutlu olsun.