28 Mart 2016 Pazartesi

Mutluluğun yolu (3)

“Ne olmuş?” diye sordu arkadaşım. Ben de devam ettim kaldığım yerden anlatmaya:
Muhtar tetiğe basar basmaz merdivenden aşağı yuvarlanmış Yaşar. Komşular falan hemen yetişip muhtarı durdurmaya çalışmışlar ve hemen Yaşar’ı karga tulumba sağlık ocağına taşımışlar. Fakat durumu kritikmiş. Sağlık ocağında ilk müdahaleyi yapmışlar ve hemen şehre sevk etmişler.
Muhtarın yakalanması da çok zaman almamış. Zaten kendisi de bir yere kaçmamış. Aynı gün tevkif edilip şehre götürülmüş.
Derken muhtarın mahkeme günü gelip çatmış. Fakat öyle bir kalabalık varmış ki, insanlar mahkeme salonuna sığmamışlar. Hatta kapıyı kapatmamışlar, insanlar koridora taşmışlar. Babam kendisi mübaşirin “Bu ne kalabalık böyle! İlk defa böyle bir şey görüyorum” diye hayret ettiğini duymuş.
Muhtar, elleri kelepçeli içeri getirildiğinde eşi, kızı, benim babaannem, yani bütün kadınlar ağlayıp sızlanmışlar. Hâkim zor susturup duruşmayı başlatabilmiş.
Ama asıl kötü gün, muhtarın kötü günüdür. Kendisine verilen ceza yüzünden değil, olayın iç yüzünü öğrendiğinde, verdiği o akıl almaz tepkiye ve tabii ki Yaşar’ı dinlemediğine kahretmiş.
Tanık kürsüsüne ilk olarak Cemile Teyze çağrılmış. Onun anlattıklarını duyan Muhtar fenalaşmış, baygınlık geçirmiş.
Vardığımız caddede bir elif miktarı soluklandık. Benim dükkânlara baktığımı fark eden Naci dayanamadı, “Neden? Cemile Teyze ne anlatmış ki? Anlatsana” dedi heyecanla.
“Devam edeceğim ama önce şu nalbura bir uğramam lazım” dedim. Naci bundan pek hoşlanmadı ama benimle beraber içeri girdi. Güçlü bir yapıştırıcı aldık ve ödememizi yapıp çıktık. Nalburun önündeyken Naci biraz suçlarcasına “Yapıştırıcıyı başka bir gün alsaydın olmaz mıydı?” dedi.
“Özür dilerim. Ama kızma hemen. Bu akşam halletmem gereken bir şey vardı. Almam gerekiyordu. Ama hemen devam ediyorum” dedim ve az önce geçtiğimiz caddedeki trafiğe rahmet okutacak yoğunluktaki trafiğin gürültüsü eşliğinde yürümeye başladığımızda Cemile Teyze’nin ifadesini anlatmaya başladım:
Meğer olay hiç de Tilki’nin anlattığı gibi değilmiş. Tilki’nin anlattıkları arasında doğruluk payı varmış elbet, ama olayın muhtarla bir ilgisi yokmuş.
Cemile Teyze önce Tilki’ye sayıp söverek başlamış. Bütün bu olayların asıl müsebbibinin Tilki olduğunu ve muhtarın değil, asıl Tilki’nin o sandalyede oturması gerektiğini haykırmış. Sonra meselenin doğru şeklini anlatmış:
“Evet. O gün Kezban’la konuştuk. Tilki’nin söylediği doğrudur. Yaşar bir kız kaçıracaktı. Ama kendisi için değil…” diye başlamış anlatmaya.
“Kezban’ın yeğeni Sevgi’yi kaçıracaktık. Ve bunu bizzat Kezban istediği için ben aracı oldum ve gidip her şeyi Yaşar’a anlattım. Yaşar da biraz düşündükten sonra kabul etti. Beraber bazı şeyler konuştuk ve hazırlık yaptık. Biz Kezban’la sonraki gün şehre bu yüzden gittik. İşte o sırada ben ona bunu anlatıyordum. Bu Tilki de orada gizlice bizi dinliyormuş!”
Cemile Teyze’nin anlattıklarından sonra Muhtar o kadar kötü olmuş ki, bazıları onun ağladığını söylüyorlarmış. Babam da ağlayıp ağlamadığını anlayamadığını söyledi.
Sonra Kezban gelmiş kürsüye ve olayın öncesiyle ilgili bilgiler vermiş:
“Sevgi benim ablamın kızı. Ablamın bana emaneti. Onu korumak için çok uğraştım. Ama elimden bir şey gelmedi.”
“Niye, ne oldu ki kızım?” diye sormuş Hâkim. Ve Kezban da olanları en başından anlatmış:
“Ablam küçük yaşta istemediği biriyle evlendirildi. Ablamla gizli gizli konuşurduk. Beraber ağlaşırdık. Ablam cehenneme gittiğini söylüyordu. Hatta babamdan çok korkmamıza rağmen, ablamın o halinden cesaret alarak bir defasında önüne çıktım ve ablamı istemediği biriyle evlendirmeye hakkının olmadığını söyledim. O gün babamın neşesi yerindeydi de bana bir şey yapmadı. ‘Henüz senin aklın ermez’ deyip beni gönderdi. Gerçekten de adam bizim korktuğumuz gibi biri çıkmadı. Ablamla görüştüğümüzde mutlu olduğunu söylüyordu. İki yıl sonra da Sevgi dünyaya gelince mutlulukları iyice arttı. Ama maalesef bu fazla sürmedi. Eniştemde ne olduğunu anlayamadığımız bir hastalık başlamıştı. Birkaç yıl içinde eridi, gitti ve sonunda vefat etti. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Ablam dul kalmıştı. Beş yaşındaki kızıyla yalnız kalmışlardı. Komşular aracılık edip köyden başka dul bir adama istemişler. Babamlar falan tanımıyorlar tabii. Adam yaşlı sayılırdı ama onları himaye edecek sorumluluk sahibi bir adam olduğunu söylediler. Herkes razı oldu ve evlendirdiler. Ablamın tek derdi, kızıydı. Onun için bu evliliğe razı olmuştu zaten. Fakat bu adam, hiç beklemediği kadar gaddar biri çıktı. İşi olmadığı için sürekli evde. Evdeki her şeye müdahale ediyor. Ve her fırsatta Sevgi’ye sataşıyor. Olur olmadık sebeplerle kıza dayak atıyor. Ablam yıllar sonra bunları bana anlattı. Bu kadar kendisini sıkmasının bir anlamı olmadığını, bırakıp gelmesini söyledim ama bunun çok da kolay olmadığını söyledi. Adam çok sinirli birisiydi. Her şeyi yapardı. Ve ablam da en çok Sevgi için çekiniyordu. O yüzden önceleri hep içine atmış. Düzelir demiş. Ya da birbirlerine alışırlar diye düşünmüş. Ama maalesef bir türlü düzelmek bilmedi. Ve sonunda ablam da daha fazla direnemedi…”
Kezban bunları gözleri yaşlı anlatmış. Salondaki kadınların pek çoğu da onunla beraber hüngür hüngür ağlıyormuş.
Kezban, gözleri yaşlı olarak anlatmaya devam etmiş:
“Çok kötü bir hastalığa yakalandı ablam. Kanser dediler, verem dediler… Ne dedikleri umurumda değil ama ablam çok geçmeden vefat etti. Vefat etmeden birkaç gün önce ziyaretine gittiğimizde benimle yalnız görüşmek istediğini söyledi. Kocasının Sevgi’ye her türlü kötülüğü yapabilecek birisi olduğunu, ona kesinlikle güvenmediğini defalarca söyledi. ‘Sevgi sana emanet. Ben başaramadım ama inşaallah sen bir yolunu bulup kızımı bu adamın elinden kurtarırsın’ dedi ağlayarak. Ben de onunla ağlıyordum. Ama bir yandan da ‘ablam bir şey yapamadıysa ben ne yapabilirim’ diye kara kara düşünüyordum. İşte bu düşüncelerle kendi kendimi yiyip bitiriyordum ki o zalim haberi duydum. Eniştem Sevgi’yi evlendirmek istiyormuş. Henüz on sekizine girmemiş kızı kırk yaşındaki adama verecekmiş. Kalktık, gittik. Ama adama laf anlatmak ne mümkün! Anlaştığı adam zengin, hali vakti yerinde birisiymiş. Ve sonradan öğrendiğimize göre yüksek miktarda başlık parasına anlaşmışlar.”
Sözün burasında Hâkim devreye girip “Neden emniyete haber vermediniz kızım?” diye sormuş. “Adam düpedüz kızın hayatını mahvetmeye kastetmiş” diye de eklemiş.
“Gidemedik. Yapamadık” demiş Kezban.
“Neden?” diye sormuş Hâkim. O zamana kadar ağlayan Kezban, gözlerindeki nemler bir şimşeği andırırcasına, kıvılcım saçarcasına hiddetle konuşmaya başlamış:
“Çünkü bizi tehdit etti o mendebur! Babam defalarca böyle yapmamasını söylediği halde kabul etmedi. O yüzden mahkemeye başvurup torununun vesayetini üzerine alacağını söyledi. O da asıl vasinin kendisi olduğunu, dolayısıyla dedesine verilmesinin mümkün olamayacağını söyledi. Babam bu işin peşini bırakmayacağını söyleyince, bu sefer de Sevgi’ye zarar vermekle tehdit etti bizi.”
Kezban’ın anlattıkları Hâkim dahil herkesi o kadar etkilemiş ki, herkes Muhtar’ı unutmuş, Sevgi’ye üzülür olmuş. Ama sonunda Hâkim, artık asıl konuya gelmesini istemiş Kezban’dan.
Hikâye bitmemişti ama bizim binanın önüne gelmiştik. Elimden bir şey gelmediğini hissettirircesine Naci’ye baktım ve “İstersen yarın devam edelim” dedim. Fakat Naci çok meraklanmıştı. “Olmaz! Yarını bekleyemem” dedi. “Burada ayaküstü konuşuruz biraz, bir şeycik olmaz” diye de ekledi.
Hikâyenin devamını buradan okuyabilirsiniz.