8 Mayıs 2013 Çarşamba

Teveccüh kayması


Bir program sonrasıydı. İki arkadaşım yanıma geldi ve beni methetti. Bir kimseyi yüzüne karşı övmenin çok da sağlıklı olmadığını biliyorum. Kaç kez “Estağfirullah” dediğimin farkında değilim.

Bir süre sonra başka biriyle konuşurken benimle ilgili bir konuya temas edeceğini fark ettim ve aynı şekilde konuşacağına dair bir kıpırtı hissettim iç âlemimde. Neyse ki nefsimin beklediği olmadı. Ama o hislerimde oluşan bu kıpırtı, aklımın bir yerlerinde sinyaller vermeye başladı.

Bir insan başkasının övgüsünden, methinden, teveccühünden neden hoşlanır ki? Bu, ona ne kazandırır?

Bu çok sinsi bir his... İnsan her ne kadar yüzüne karşı övülmenin manevi zararını biliyor olsa bile bu meyilden haz duyuyor.

Diğer taraftan bir de işin ibadet boyutu var... Farz ibadetleri bir tarafa bırakacak olursak, çok faziletli olan ibadetleri, o vakitte müsait olsa bile, yapmakta zorluk çekiyor insan. “Nasıl olsa sünnet” deyip yapmadığı da çok oluyor.

Mesela, küçük çocuğu olanlar geceleri sık sık uyanırlar. Bazı durumlarda uykunun kaçtığı da olur. Bundan hayırlı neticeler çıkaran takva sahiplerine ne mutlu. Kaç defa onlara gıpta ederek ben de kılmaya gayret ettim. Ancak pek fazla uykum olmamasına rağmen nefsimin nasıl bahaneler öne sürdüğünü anlatamam.

Fakat gece ibadetinin ne kadar kıymetli olduğu herkesin malumu... Cenab-ı Hak teheccüdü farz kılmayıp insanın iradesine bırakmış. Üstelik o kısa vakit için büyük mükâfatlar vadetmiş.

Çok uzun sürmemesine ve neticesinde büyük mükâfatlar olmasına rağmen insan neden buna rağbet göstermez? Çünkü gecenin bir yarısıdır ve kimse onun teheccüdüne teveccühte bulunmaz!

Fakat aynı gecenin sabahında birisi ondan “Teheccüd namazlarını kılan bir kardeşimiz” diye övgüyle bahsetse nefsi kendini Kaf Dağı’ndaymış gibi ulaşılmaz hisseder. Halbuki birisinin övmesinin o insana zarardan başka bir getirisi yok. Ehl-i iman için böyle en azından.

İşte bunlar nazara alınmayınca nefis insanların takdirine, methine muntazır kalır. Hem ne olur ki? Bu “küçük” bir beklentidir!

Küçük gibi görünen bu beklenti, insanı korkunç neticeye ulaştıran bir yolun başlangıcıdır aslında. Kendinde bir şeyler görmeyle başlayan bu yolculuk, sonrasında o şeyi kendiyle özdeşleştirmeyle devam eder ve kendine mal etmeye kadar gider. “BEN yaptım!” dedirtir.

Allahu a’lem bundan dolayı olsa gerektir ki kendisini yüzüne karşı övenlerin yüzüne toprak atma tavsiyesinde bulunulmuş. Bu hadiste özellikle “toprak” örneğinin verilmesi de manidar gelir bana. İnsana çok şeyler hatırlatan bir kelime... En temelinde, madde itibariyle bir avuç topraktan kıymetli olmadığı hissettirilir.

Haddini bilenler için elbette bu bir sorun teşkil etmez. Bu özellik onlar için fahre değil, belki şükre vesiledir. Kendisinde olan kabiliyetlerin hakiki sahibini bilir ve O’na şükreder. Cenab-ı Hak o neticeleri onun üzerinden hasıl kılıyor. Yani hakikat-i halde kuru bir çubuk hükmünde olduğunun farkındadır. Lafta değil, gerçekten farkındadır...

Netice-i kelam, Hakîm-i Mutlak olan Cenab-ı Hak hiçbir şeyi boş yere vermez insana. Şayet bu duyguyu verdiyse, mutlaka insanı cehenneme değil, cennete götürecek boyutları vardır. Tıpkı diğer duygularda olduğu gibi... Dolayısıyla ben de “teveccühten hoşlanma” hissinin yönünü kaybetmesinden kaynaklanabileceğini düşünmeye başladım.

Çünkü Cenab-ı Hak kendi rızası için yapılanlardan memnun oluyor. Meleklerine gösteriyor. Sayısı bizce malum olamayacak kadar çok melek insana gıpta ile bakıyor. Tabii onların bu bakışı, insanlarınki gibi olumsuz neticelere zemin hazırlayan bir bakış değil. Ahiret semerelerini arttıran, duayı beraberinde getiren bir bakış.

Gecenin bir vaktinde, kimsenin olmadığı bir anda, riyadan uzak bir ortamda, O’ndan başkasının görmediği bir mekânda, O’ndan başkasından teveccüh beklemeyerek kılınan bir teheccüd, mesela.

Asıl teveccüh budur işte...


6 Mayıs 2013 Pazartesi

İmam-ı Rabbanî’den güzel bir tespit


İmam-ı Rabbanî Hazretleri, illa ehl-i beytin ashaptan daha üstün olduğunu ileri sürenlere  bir benzetmeyle cevap verir.

Malum, Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam ashabını yıldızlara, ehl-i beytini ise Nuh aleyhisselamın gemisine benzetir. İmam-ı Rabbanî Hazretleri de dünyanın boğucu hallerini, ağır imtihanlarını büyük bir okyanus gibi değerlendirir. Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın buyurduğu gibi o gemiye binmeyenlerin boğulacağını söyler. Fakat sahabiler ise birer yıldız gibi yol göstericidirler. O gemiye binenler yıldızlara bakmazlarsa yollarını tespit etmezler. Bu nedenle hem gemi hem de yıldızlar çok önemlidir.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri bir tespitte daha bulunur: Yıldızlar sabittir, gemi ise sürekli yol alır.

Evet, çünkü ashap, Resulullah aleyhissalatü vesselamın boyasıyla boyanmış, yakîni zirve yapmış insanlardı. Çünkü onlar vahyi birinci ağızdan dinliyorlardı. Bu nedenle tabiinin en üstün olanı, Ashab-ı Kiram’ın en aşağısının derecesine yetişememiştir.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin, “o mu üstün, bu mu üstün” gibi ayrımcı tartışmalardan ziyade, her ikisinin de kıymetli olduğunu vurgulaması ve birleştirici olması çok manidar. Dehşetli günah dalgalarının olduğu bu dünya okyanusunda Ehl-i Beyt gemisine binmek, Ashab-ı Kiram göstergesinde yol almak gerekir ki selamet sahiline ulaşılabilsin.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Sünnet-i seniye edeptir


Cemaatle namaz kılınırken şayet imamın abdesti bozulursa, hemen onun arkasındaki kişinin imamete geçmesi gerektiği herkesin malumu... Fakat uygulamada bunun pek de başarılı bir şekilde yerine getirildiği söylenemez. Çünkü abdesti bozulan (ya da namaza abdestsiz durduğunu hatırlayan) imam sağa-sola selam veriyor, imamın namazdan çıktığını gören cemaat de hemen onunla beraber selam verip namazı bozabiliyor.

Bir defasında yine böyle bir durum olunca imam hatip okulundan mezun olmuş bir arkadaşımız, öğretmenlerinden birinin bu konudaki tavsiyesini aktarmıştı. “Şayet imamlık yaparken abdestiniz bozulursa, sanki kanıyormuş gibi burnunuzu tutup yavaş yavaş geri çıkın. Hemen arkanızdaki kişi bir adım öne çıkıp imamlığı devralacaktır” tavsiyesinde bulunmuş öğretmenleri. Bu yöntem, o an hazır bulunan herkesin çok hoşuna gitmişti.

Daha sonra Hz. Âişe’den rivayet edilen bir hadisle karşılaşınca, o öğretmenin bu tavsiyesi hatırıma geldi. Allah Resulü aleyhissalatü vesselam şöyle buyurmuşlar: “Namazda abdesti bozulan kimse, burnunu tutup dışarı çıksın.”

“Sünnet-i Seniye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki altında bir nur, bir edep bulunmasın.” (BSN, Lem’alar, 11. Lem’a, Yedinci Nükte)