6 Ekim 2016 Perşembe

Sakın hurafeyi "akıllılar" üretiyor olmasın?

Bir Ramazan akşamı sofranın başına geçmiş, birkaç dakika sonra okunacak ezanı bekliyorduk. Televizyondaki programın da sonuna yaklaşılmış, konuklardan artık son soruları alınıyordu. Konuklar arasından bir kız çocuğunun söz istediğini fark ettim. Küçük kız heyecanlanarak, biraz da zorlanarak bir soru sordu. Sorusu ve hocanın ona verdiği cevap belki iki dakikayı bulmadı ama benim zihnimi epeyce bir meşgul etti. Hayretler içerisinde kalmıştım zira. Çünkü o yaştaki bir çocuğun soracağı bir soru değildi bu. Ki en fazla ortaokul son sınıf öğrencisiydi.

Özetle, Hadislerin güvenilir olup olmayacağını, onların bize sağlam bir şekilde gelmesinin mümkün olup olmayacağını, onlarla amel edilip edilmeyeceğini soruyordu.

Programı sunan hoca güzel bir şekilde cevap verdi ve o çocuk teşekkür edip yerine oturdu; fakat benim daha önceden hissettiğim bir endişem yeniden depreşmeye başladı. Bazılarının “Kur’an Müslümanlığı” ya da “Kur’an bize yeter” sloganını ısrarla dillendirmelerinin ve her fırsatta Hadis-i şerifleri devreden çıkarma gayretinin hazin sonuçlarından biriydi bu.

Çünkü Hadis, ilim adamlarının konuşup tartıştığı, kaynaklara başvurarak birbirlerine cevaplar verdikleri bir ilim dalıdır. Bir ortaokul öğrencisi bu şekilde bir soru soruyorsa, iki ihtimal çıkıyor karşımıza. Ya bu çocuk çok zeki; şimdiden böyle ciddi mevzulara kafa yormaya başlamış. Ya da medyada (özellikle sosyal medyada) propaganda mahiyetinde çok yer aldığı için onun da kafasına takılmış... Birincisinin olma ihtimali de var elbette ama ikinci ihtimal daha kuvvetli geliyor bana.

Hadislerin sağlamlığı meselesi öyle herkesin test edip onaylayabileceği bir mevzu değil. Çünkü böyle bir durumda araya “mantık” girer ki bu sayede çok mantıksız hatalar yapılır. Her şey mantıkla açıklanmıyor. Mantıksız gibi görünen nice şeyler vardır ki arkasında çok mantıklı hakikatler gizlidir. Ya da mantıklı göründüğü halde mantıksız olan şeyler de var. Görüntüsüyle kıyaslanmayacak şeyler de var...

Asırlardır yapılan çalışmalarda ayan beyan bir şekilde ortaya çıkan şöyle bir hakikat vardır: Eğer siz Hadisi devreden çıkarırsanız “salt akla” kapı aralarsınız. O zaman da kendini akıllı zanneden akılcıların itiraz ettiği hurafelerin önü alınmaz olur. Üstelik bu hurafeleri bizzat bu kendini akıllı zannedenler türetirler de haberleri olmaz.

Neden mi?

Çünkü hurafelerin kaynağı, kendisinden başkasının sözünü dinlemeyen, hep kendisini haklı bulan mağrur akıldan başkası değildir. Çünkü ona göre en akıllı oldur ve cerbeze yoluyla başkasını aldata aldata hurafeye kadar götürür işi. “Akıllılığın” manevi baş döndürücülüğüyle geldiği noktanın fakında varamayacak kadar akla aykırı hareket eder. Bir süre sonra kendi uydurduğuna kendisi bile inanmaya başlar. Başladığından çok daha uzak bir noktaya varmış olur. Ki bir rivayete göre buna hurafe deniyor.

Defalarca ifade ettiğimiz bir hususun altını yeniden çizme ihtiyacı hissediyorum. Diyorum ki:

Şayet bu konuda ısrar edenlerin, yani “Kur’an bize yeter, Hadise gerek yok” gibi sığ bir düşüncenin içinde olanların kaygısı “Hadislerin kayıt altına alınmasında karşılaşılabilecek sıkıntılar” ise, bunun yolu Hadisi inkâr etmekten, Resulullah’ı (a.s.m.) aradan çıkarmaktan geçmez. Bunun yolu başkadır. Zaten asırlardır devam edegelen hummalı bir Hadis çalışması vardır ki bundan dolayı Hadis başlı başına bir ilim dalı olarak teşekkül etmiş bulunuyor. Hadis konusunda ciddi çalışmalar yapmış, hayatlarını bu ilme adamış uzmanlar da vardır.

Bu sığ düşünceye sahip olan bir şahıs, esasında bütün ilim dallarını inkâr etmek zorunda kalır. Çünkü her ilim dalının uzmanları vardır. Ve o uzmanların söylediklerine titizlikle uyulur. Kabul etmeyenler olur ama bu, o ilim dalının ortadan kalması anlamına gelmez, iki hoca arasındaki anlaşmazlık olarak nitelenir. Aynı şey Hadis ilminde yok mu? Mebzul miktarda var... Her âlim her söyleneni kabul etmiyor ki! Bu konuda ciddi tartışmalar yapılmış ve yapılamaya da devam ediyor.

Ancak mevzu (Hadisi devreden çıkarma mevzuu değil), metnin sahih olup olmaması, senedinin güvenilir olup olmaması, ravisinin vukuf ehli olup olmaması mevzuudur. Nitekim Hadis ilminin bir alt başlığı da Rical ilmidir. Metinlerin güvenliği muazzam bir hassasiyetle incelendiği gibi o hadis metnini aktaran kişinin ehliyetli olup olmadığı da ciddi ciddi tartışılagelmiştir. Hatta bir dönem sağlam kabul edildiği halde zamanla—yaşlılık, sağlık sorunu gibi nedenlerle—bu hassas eleğe takılan ravilerden bahsedilir. Böylelerinden artık Hadis alınması uygun görülmemiş ve alınmamıştır. “Hadis” başlı başına bir ilim dalıysa, bu kadar hassas olan kaç tane ilim dalı var?

Hadisleri aradan çıkarmak, sathi bir nazala bakıldığında insanı tamamen Kur’an’la başbaşa bırakmak gibi görünebilir kimi sığ nazarlara. Ancak acaba gerçekten de öyle mi? Maalesef öyle değil. Pek çok tehlikeyi içinde barındıran dehşetli bir ibtiladan başka bir şey değil bu.

İkincisi, acaba gerçekten Kur’an da bunu mu istiyor? Sadece Kur’an’a bakmayı, Resulullah’ın (a.s.m.) izah ve uygulamalarını reddetmeyi mi emrediyor?

Hayır. Hatta haşa! Kur’an’da Resulullah’a (a.s.m.) itaati, uymayı, hükümlerini kabul etmeyi, onun getirdiklerini almayı vs. emreden hatırı sayılır sayıda ayet-i kerime yer alır. Dolaylı olanlar bir tarafa, doğrudan ona itaati emreden 15’ten fazla ayet var. (Örnek için şu ayetlere bakılabilir: 3:32,50,132; 4:59; 5:92; 8:1,20,46; 24:54,56; 33:33,66; 47:33; 58:13; 64:12,16.)

Şayet Kur’an’a baksak bile hakikat ayan beyan karşımıza çıkacak.

Resulullah vesilesiyle bize ulaşan Kur’an’ı bize en iyi açıklayan, hiç şüphesiz yine Resulullah’tır (aleyhi efdalussalatu vesselam).



27 Eylül 2016 Salı

Çocukları neden okula alıştıramadık bir türlü?

Okullar açılalı çok olmadı ama okul sendromu toplumun büyük bir kesiminin üzerine büyük bir kâbus gibi çöküverdi. Anne baba için sıkıntılı bir süreç olduğu muhakkak ama asıl baskı altında olanlar, çocukların kendisi.

Olayın aslına baktığınız zaman, okulda onları zora sokacak ciddi bir sıkıntı yok. En azından bundan yirmi, otuz yıl öncesine kıyasla daha iyi durumdalar; daha sosyaller, daha iyi davranan öğretmenlere sahipler, daha çok söz sahibi oldular... Ama yine de çocuklar okulu bir türlü sevemediler. Çok bayılsınlar demiyorum ama ayak sürüyerek gidiyorlar. Hatta kimisi hiç gitmek istemiyor. Bunun örneklerine rastlamak neredeyse sıradan oldu. Mesela bu sabah...

Çocuk okulun bahçesinin kapısının önünde hüngür hüngür ağlıyor, “Gitmek istemiyorum” diyor ama annesi ısrarla gitmesi gerektiğini söylüyor. Çocuk daha fazla ağlayınca, annesi kolundan tutup okulun bahçesinden içeri sürüklüyor. Velilerin girmesi yasak olduğu için kendisi giremiyor, oradan içeri sokunca iş bitecek gibi geri dönüyor. Ama çocuk ağlamaya devam ediyor. Kapıdaki görevli ona müsaade ederek sınıfına kadar götürebileceğini söylüyor. Kadın çocuğu adeta sürükleyerek okula, sınıfına götürüyor...

Okula yeni başlayan çocuklarda bir korku, bir tedirginlik olabilir, o normaldir. Ama bu çocuk en az iki ya da üçüncü sınıf öğrencisiydi.

O çocuğunun neden bu kadar aşırı tepki verdiğini bilemiyorum ama itiraz etmeden giden çocukların önemli bir kısmının da ruh hali ondan farklı değil. Hal böyle olunca orada geçirilen vakit, onun için zaman kaybı olmaktan öteye geçmiyor. Dokuz ay gibi yılın önemli bir sezonu olduğunu düşününce ve bunun da en az on iki yıl süreceğini hesaba katınca ortaya muazzam bir zaman çıkıyor. Peki çok zaman harcanması, çocuğun daha çok şey öğreneceği anlamına gelmiyor mu?

Bence gelmiyor. Üstelik bunun bir de üniversitesi var. Hiç ara vermeden, takılmadan devam edebilen en erken on altı yıl zaman ayırmak durumunda. Peki on altı yılın sonunda ne vaat ediliyor öğrencilere? Neyse, bu ayrı bir mesele...

Yakınlarda bir video izlemiştim. Amerika’nın eğitim sisteminin dünya çapında 29. sıraya gerilediğini öğrenen meraklı bir muhabir, eğitimde birincilik ödülü alan Finlandiya’ya gidiyor ve oradaki eğitimcilerle görüşüyordu. Yaptığı görüşmelerden anlıyordu ki, işin sırrı ödev vermemekte ve teneffüs vakitlerini uzun tutmakta yatıyor. Okul müdürü Leena Liusvaara da “Beyninizin arada sırada dinlenmesi gerekir” diyordu. “Sürekli olarak ve sadece çalışır, çalışır, çalışırsa artık öğrenmez olursunuz” diye de ekliyordu. Ve yine o videodan öğrendiğimize göre Finlandiya’nın eğitim süresi, Batı standartlarına göre en kısa gün ve yıl olma özelliğine sahipmiş. Demek ki çok zamanda ve çok ödevde değilmiş başarının sırrı. (Türkiye’mizi nüfusu altı milyonu bulmayan bir ülkeyle kıyaslamak belki doğru olmaz ama nüfusu 320 milyon civarındaki Amerika bu başarıyı merak edip araştırma ihtiyacı hissedebiliyorsa bunu dikkate almak gerek.)

Ebeveynler için sıkıntı teşkil eden en önemli hususlardan biri, hiç şüphesiz ödevler... Yıllardır dile getirildiği halde bu ödev meselesi bir türlü çözülemedi. Henüz ikinci haftada olmamıza rağmen proje ödevleri gelmeye başladı. Ortaokul, lise için her neyse diyeceğiz ama ilkokulun ilk sınıfındaki öğrencilerin proje ödevlerini yapamayacağı muhakkak. Milli Eğitim de çok iyi biliyor bunu. Ama bazı yetkililerin “Biz bu ödevi onlara vermiyoruz ki” demeleri adamda bozulacak asap falan bırakmıyor. Gerekçeleri de “Veli-öğrenci kaynaşmasını sağlamak” imiş. Ama maalesef bunlar olumlu manada bir kaynaşmadan çok velilerin hazırladığı ödevler oluyor. O yaştaki çocukların seviyelerinin üstünde olması da ayrı bir sıkıntı konusu.

Buna dair bir şeylerin yapılması gerekiyor. Hem de bir an önce... Belki de işe ödevlerden başlanabilir. Sırf bunun için bile öğrencilerin bayram edecekleri muhakkak. Bunun için de ders süreleri ve derslerdeki bilgi yoğunluğu yeniden gündeme alınabilir.
Daha mutlu bir gelecek için mutlu çocuklara ihtiyacımız var...


22 Eylül 2016 Perşembe

Nebevî Nefes Ömer bin Abdülaziz


Yusuf Yıldız'ın yazısı...
*

“Ömer bin Abdülaziz ismini hiç duydunuz mu? Bu ismi duyduğunuzda muhayyilenizde neler canlanıyor acaba?” Bunu çok merak ediyorum.

Neden mi?

Bu kitabı okumadan önce yazarı bana sormuştu:

“Ömer bin Abdülaziz’i tanıyor musun?” diye. Ben de:

“İslâm’ın beşinci halifesi olarak tanımlanır” diyerek cevap vermiştim. Evet, kendisi hakkında yalnızca bu kadar bilgim vardı.

Esasında bu cevap doğru, Ömer bin Abdülaziz İslâm’ın beşinci raşid halifesi sayılır fakat bu tanımlamayı nasıl kazanmıştı? Böylesine üstün bir sıfatı ne yapıp da elde etmişti? İşte tam bu noktada çok önemli sırlar gizli olsa gerek diye düşünüyorum. Sizce de öyle değil mi?

Böylesine kıymetli bir unvanın kendisine verilmiş bir şahsiyeti en fazla iki cümle ile tanımlamak, zihin dünyamızda iki cümlelik bir ifade ile şekillendirmek ne kadar üzücü bir durum diye düşündüm ve İkram Arslan’ın kaleme aldığı Nebevi Nefes Ömer bin Abdülaziz kitabını okumaya karar verdim. İyi ki de bu kararı almışım. Zihin dünyamda, muhayyilemde yeniden bir Ömer bin Abdülaziz portresi şekillendi. Yapmış olduğu icraatlarıyla, gösterdiği azimle, yaptığı fedakârlıklarıyla, kendisine İslâm’ı dava etmesiyle nasıl önemli bir karakter olduğunun farkına vardım.
***

İkram Arslan, romanlarına başlamadan önce okuyucusunu meraklandırmasını çok iyi biliyor. Öyle bir giriş yapıyor ki okuduğunuz her sayfada o verilen ilk ipucunun nereye ulaştığını öğrenmek istiyorsunuz. Bu da sizi bütün kitap boyunca canlı tutuyor. “Gizli Hazine” bölümü de bunlardan biri. 

“Bir insan neyi değiştirebilir ki?” sorusunun cevabını İkram Arslan Ömer bin Abdülaziz’in hayatını konu edinerek veriyor. Öyle bir cevap ki bu, gelmiş olduğu köklere muhalif olarak hareket eden bir topluma yeniden bir düzen verip istikamet çiziyor Ömer bin Abdülaziz.

Sadece 29 ay gibi kısa bir süre içerisinde neredeyse bir birbirine girmiş İslâm âlemine nizam verecek ve kasvetle kararmış afakı aydınlığa gark edecek Ömer bin Abdülaziz’in romanını okumalısınız...


5 Ağustos 2016 Cuma

Bir yolculuktan geriye kalan

Telefonumdaki çektiğim son fotoğrafına bakıyorum. O da ibretlik. Bende yaptığı çağrışımlardan bir tanesi insanı özetler mahiyette: “Bir varmış, bir yokmuş!”
Sıcak bir yaz günü, evinin balkonuna oturmuş, bir kolunu pencereden sarkıtmış bir vaziyette, çok uzaklardan esintiler taşırcasına bir derinlikle çattığı kaşlarıyla etrafı seyrederken ilk defa görmüştüm onu. Yorgunluğun tozları saçlarına ak, tecrübeleri de alnına kıvrım olmuş bir vaziyette konuşuyordu. Kendisine has üslubu, kıstığı gözlerinin üzerinden kaldırıp indirdiği kaşları, konuşurken takındığı ciddi tavrına ayrı bir bilgiçlik katıyordu.
Çok şey görüp yaşamış Cevdet dayı. Öğrendiğim kadarıyla yıllarca vatan hasretiyle başka ülkelerde çalışmış durmuş ve sonunda yeniden vatanına dönmek nasip olmuş ama belki de o hasretlik onda unutamayacağı derin izler bırakmış. Onun gibi bir gurbetlik yaşamadım ama evden, yakınlarından ayrılığın yüreğe ne kadar yıpratıcı geldiğini iyi biliyorum. İnsan alışıyor bir müddet sonra ama alışmak, hiç olmamış gibi değil. Yara çabuk kabuk bağlar bağlamasına da, hafif bir fiskeyle çabucak kanamaya yüz tutar.
Cevdet dayıyı en son ziyaret ettiğimizde hastanedeydi. Hastalığın etkisiyle benzi iyice beyazlamış, soluğu iyice azalmıştı. Ağrılarının olduğunda hiç şüphe yoktu ama biz yanında bulunduğumuz süre zarfında hiçbir şeyi yokmuş gibi metanetle davrandı ve elinden geldiğince o bildiğimiz tavrını takınarak konuştu bizlerle. Fakat artık her şey ortadaydı. Kendisini ne kadar zorlasa da, “benim” dediği vücudu, onun istediği şekilde cevap vermiyordu, veremiyordu.
Birkaç gün önce haberini alıp yola çıktık. Fakat yetişmek nasip olmadı. Biz yoldayken son nefesini de Sahib-i Hakikisine teslim etmiş, yakınlarına veda eyleyerek yeniden buralara veda eylemiş.
Ama artık eski hasretlik günleri geride kaldı. Çünkü asıl şimdi asıl vatanına avdet etti. Artık dünyadaki dertleri, tasaları, sıkıntıları bırakıp bitti. Gitti ama bizlere de büyük bir hakikati ders verip öyle gitti. Dünyaya ait en büyük uğraşların bile yanında küçük kaldığı bir hakikat… Kendisini kabir kapısına kadar yolcu edenler, “Her şey yok olup gidicidir, O’na bakan yüzü müstesna” ayetinin güzel bir dersini aldılar ve en büyük yatırımın insanın beraberinde götürebileceği şeyler olduğu hakikatiyle döndüler.
***
Hayat böyle işte…
Engebeli ve keskin virajlı bir yol misali.
Üstelik çok tehlikeli ve netameli.
Hangisinden gittiğini bilerek, teenniyle ilerlemeli.
Bir gün durup da ardına baktığında,
Yorulduğuna pişman ettirmemeli.
***
Mekânın cennet olsun Cevdet dayı…

15 Temmuz 2016 Cuma

Hayata reklam arası

Hayat oyunu devam ediyor. Kimi zaman hareketli, kimi zaman durağan, kimi zaman stresli ve korkutucu...
Yükselmeye başlayan güneşle birlikte gün de yavaş yavaş hareketlenir. Hafta başının ayrı bir telaşı var. Kimi bünyelerin ürettiği sendromlar daha haftanın ilk gününden itibaren başlar bir şeyleri zehirlemeye. Var olan enerjisini koparıp fırlatmak için canhıraşanane çalışır.
Neyse ki haftanın son günlerine doğru duygular kısmen de olsa yatışır ve belki de mutluluğun tarifini şenlendirecek enfes iki gün düşüncesi, haftanın kalan günlerinde daha tatlı bir seyrin beklediğini fısıldar kulaklara.
Hayat filmi bu... Hangi kategoriye gireceği belli olmayan bir seyri var. Bazı günler komedi olabilir ama her daim öyle olacağına garanti veren çıkmamış. Bazı günler en korkulu filmlere taş çıkaracak kasvettedir. Bir türlü kabul görmeyen proje ve ödevler, amirin gölgesine bürünmüş bir edayla aniden beliriverir ve kınından sıyrılmış bıçak gibi saplanacak hedef arar; vadesi yaklaşan kredi kart borçları, son günü geldi gelecek faturalar, evdeki hesapla bir türlü denkleşmeyen örfî gelenekler, allak bullak olan borsa vs. bu manzaranın korkutucu ambiyansına eklenen birkaç tablodur. Uykuları allak bullak eden birtakım şahsi ve ailevi sıkıntılar da bu ambiyansın en korkunç çatlaklarına tuz döken ürpertici bir müzik vazifesi görür. Her delikanlının gönlünde yatan zenginlik, “acaba bize de nasip olur mu?” düşüncesiyle bir esinti gibi geçer aradan.
İşte tam o esnada bir sala sesi duyulur ve bir süreliğine her şeyi dondurur. “İş adamı falan kişi hakkın rahmetine kavuşmuştur...” diye salık verir imam hemen akabinde. Bütün o gerilim dolu anlar siyah beyaz bir renge bürünür. Korku filmlerinin en korkunç sahnesinde aniden araya giren bir reklamla değişen bütün duygular gibi cılız bir istihzaya dönüşür o korkular, duygular âleminin bir köşesinde. Öyle ya, orada adam hayat mücadelesi verirken, aniden çıkan beş kuruşluk bir ürünün reklamı, o korku ambiyansının bütün efsununu yerle bir etmeye fazlasıyla yeter!
Derken reklam arası biter. Herkes aynı köşede, aynı yastığa sarılarak kaldığı yerden devam eder filme. Yine her ani harekette ürperir. Tonu sürekli yükselip alçalan o gerilim müziği, tüyleri yine diken diken eder. Herkes her şeyin farkındadır. Olanlar tamamen sanaldır. Ama yine de yürekler ağza gelir. Kalp ritmi normal seyrini çoktan unutmuştur. İşin ilginç yanı, kumandanın tek tuşuna basmak bu gerilimi sonlandıracakken parmak bir türlü varmaz o tuşa. Boş koridorlarda yankılanan kahkahalar ruhu teskin etmezken...
Derken bir reklam arası daha. Aynı döngü tekrar etmeye başlar. Yoksa bir dejavu mu? Belki de... 
Ama birileri için bir ara olsa da bu reklamlar, başka birileri için bir sondur. 
Az önce biri daha veda etti bu oyuna...

3 Temmuz 2016 Pazar

Ah Tarık Hocam, ah!

Yaklaşık 20 sene öncesinin İstanbul’unda, çok karışık bir vaziyette, karışık duygular içerisindeyken tanımıştım kendisini. Dershaneye kaydolmuştum. O dönemde derslerimize giren pek çok hoca oldu ama bilahare muhabbetimiz devam eden tek hoca o oldu.

Parlak karakteri, ilmî vukufiyeti ve hepsinden önemlisi içten ve samimi tavırlarıyla çok güzel modellik ediyordu. Bir öğrencisi olarak buna rahatlıkla şahitlik edebilirim.

Hafızamı yokladığımda, girdiğimiz derslere ait pek bir şey canlanmıyor dünyamda. Fakat beyaz önlüğünün içerisinde, sıralar arasında dolaşırken, baktığı herkesle göz teması kurmaya dikkat ederek anlattığı konu aralarına serpiştirilen nükteli izahlarını hatırlıyorum.

Henüz ilk derslerden itibaren kanaat getirmiştim ki, o iyi bir Müslümandı. Kimyanın en küçük bir konusunu bile (sanırım elektron katmanlarıydı konu) enfes bir dille kâinattaki genel düzene ve oradan da aslında her şeyin aynı düzen ve dizilişle birbirine bağlı bulunduğuna, dolayısıyla kâinatta düzenin hâkim olduğuna, görülen birtakım ayrılıkların, sıkıntıların, sürtüşmelerin aslında geçici olduğuna bağlamıştı. Çok rahatlatıcı, umut verici bir bakış açısıydı bu...

Birkaç yıldır hastalığı dolayısıyla tedaviler görüyordu. Elbette çok yoruluyordu. Önceki yılsonuna doğru yapılan ilik naklinin üzerine epey düzelmişti. Hoşsohbetlerinden defalarca hakikatler dinlemiş, müstefid olmuştuk.

Ne olduysa birkaç gün öncesinde oldu. Yeniden bir haber aldık ki tekrar yoğun bakıma alınmış...

Ve en son, ümmetçe Kadir Gecesi olduğunu umduğumuz ve öyle olmasını Rabbimizden niyaz buyurduğumuz Ramazan’ın 27. gecesinde O’nun rahmetine tevdi eyledik mübarek ve muhterem Tarık Tepe ağabeyimizi, hocamızı.

Bütün bu gelişmeler, şunu hatırlamamıza vesile oluyor ki, genç yaşta ve pek çok sıkıntının ardından Rabbimiz onu dar-ı bekaya alarak dünyanın yorucu, boğucu hallerinden onu azat eyledi ve cennet bahçelerine idhal eyledi. 

Yapılan onca duanın akabinde, sanki Rabbimiz diyor ki: “Evet, dualarınızı kabul ediyorum ama daha güzel bir surette.”

Aslında günah cihetiyle öldü o; ama ardında bıraktığı sadaka-i cariyeleriyle, yani sevap yönüyle her daim yaşıyor olacak inşaallah.

Evet, o, vazifesini en güzel şekilde yapıp asıl makamına, aslî mekânına döndü. Asıl mesele geride kalanlarda, bizde. Uzun bir yolculukta, bir ağaç gölgesinde durup dinlenme mesabesindeki bu dar âlemden nasıl gideceğimizde. Son nefesin nasıl verileceğinde. O uzun ve yorucu yolculuğu düşününce insan ürpermiyor değil. İnşaallah bizler de Rabbimizin rızasına uygun yaşayabilenlerden oluruz.


Hayatınla güzel örnek olduğun gibi mematınla da ibretler verdin güzel insan. Mekânın cennet, makamın ali olsun...

28 Haziran 2016 Salı

Anneye Sitem

Günün yorgunluğu, akşamında sırtına yüklenmiş bir vaziyette ilerliyordu. Her zamanki yürüdüğü yoldan, çok da farklı bir manzara ummadan usul usul ilerlerken az ötede duydu seslerini. Merakla, hayır hayır, hayretle bakakaldı. Ve başladı iç dünyasında muhasebesini yapmaya...
- Genç bir insan, kendinden yaşça büyük birisine nasıl böylesine sert davranabilir?
- Ya annesiyse? O zaman daha kötü... İnsan annesiyle böyle konuşur mu? Hem de sokak ortasında?
- Yok yok, biz de Avrupalılar gibi olduk çıktık. Örf, âdet, büyüğe hürmet yok oluyor...
- Ahir zaman böyle olsa gerek! Ne saygı kaldı, ne muhabbet!
İç dünyasında yaptığı tahminler henüz bitmemişken yanlarına varmıştı. “Bunun hoş bir şey olmadığını sen de biliyorsun” dediğini duydu delikanlının. El kol hareketlerinin düzensizliği öfkesini ele veriyordu. “Çok iyi biliyorsun ki, gıybet dinimizce de yasaklanmış! Allah sevmiyor gıybeti” dedi delikanlı.
Genç adamın konuşmalarından fırsat bulan kadın, “Ben yalan söylemiyorum ki” diyebildi. “O, bunları yapıyor.”
Bunu duyan delikanlının öfkesi daha da arttı. “İşte gıybet odur anne! Yoksa iftira etmiş olursun!” dedi daha yüksek bir sesle...
Demek ki vaziyet, uzaktan göründüğü gibi değildi.
Delikanlı da iyi bir şey anlatıyordu; ama kötü bir yöntemle...

15 Nisan 2016 Cuma

Hadîsin önemine bir kelimelik bir örnek

Bir ilmin anlaşılması için o ilmin terminolojisine de az-çok hakim olmak gerekir. Çünkü terminoloji, o ilimde özel kullanılan kelimeleri ifade eder ki, burada kelimeler kendi sözlük anlamları dışında, farklı bir anlamda kullanılmışlardır.
Mesela “diz kırma” ifadesini tasavvufta kullanırsanız “Bir şeyhin/büyüğün tedrisinde bulunma, saygıyla huzurunda durma, ondan ders alma” gibi anlamlar çıkarırsınız. Tasavvufa yeni yeni meyleden birisi bunu spordaki kullanımı gibi anlarsa, tasavvufu hiç anlamaz ve belki de bırakıp uzaklaşır.
Aynı şekilde Kur’an’ı en doğru şekilde anlamanın yolu, Resulullah’ı (a.s.m.) dinlemekten geçer. Çünkü vahye ilk muhatap olması hasebiyle dinî terminolojiyi en iyi bilen odur. Şayet o dinlenilmezse, Kur’an anlaşılmaz.
Resulullah’ın (a.s.m.) “Ben salâtı nasıl yapıyorsam siz de benden gördüğünüz gibi salât yapın” hadisi bu konuda bize yol gösterecek en güzel örneklerden biridir. Çünkü “salât” kelimesi o gün itibariyle “dua, ibadet, ibadet yeri” anlamlarında kullanılıyor ama bugün bizim bildiğimiz şekilde “namaz” olarak kullanılmıyordu. Şayet Resulullah’ın (a.s.m.) “benden gördüğünüz gibi” ilavesi olmasaydı ya da birileri başkasına aktarırken ondan gördüğü şekilde aktarmasaydı, muhataplar itiraz edebilir, “kelimede bu şekilde eğilip kalma anlamı yok” diyebilirdi. Çünkü adına İslam denen yeni bir dinin gönderildiğini ve bu dinin kendine has yeni bir terminolojisi olduğunu bilmeyecekti.
İşte, Resulullah’ı (a.s.m.) dinlemeden Kur’an’ı anlamanın ve tabii ki yaşamanın mümkün olmayacağına bir kelimelik bir örnek…

28 Mart 2016 Pazartesi

Mutluluğun yolu (3)

“Ne olmuş?” diye sordu arkadaşım. Ben de devam ettim kaldığım yerden anlatmaya:
Muhtar tetiğe basar basmaz merdivenden aşağı yuvarlanmış Yaşar. Komşular falan hemen yetişip muhtarı durdurmaya çalışmışlar ve hemen Yaşar’ı karga tulumba sağlık ocağına taşımışlar. Fakat durumu kritikmiş. Sağlık ocağında ilk müdahaleyi yapmışlar ve hemen şehre sevk etmişler.
Muhtarın yakalanması da çok zaman almamış. Zaten kendisi de bir yere kaçmamış. Aynı gün tevkif edilip şehre götürülmüş.
Derken muhtarın mahkeme günü gelip çatmış. Fakat öyle bir kalabalık varmış ki, insanlar mahkeme salonuna sığmamışlar. Hatta kapıyı kapatmamışlar, insanlar koridora taşmışlar. Babam kendisi mübaşirin “Bu ne kalabalık böyle! İlk defa böyle bir şey görüyorum” diye hayret ettiğini duymuş.
Muhtar, elleri kelepçeli içeri getirildiğinde eşi, kızı, benim babaannem, yani bütün kadınlar ağlayıp sızlanmışlar. Hâkim zor susturup duruşmayı başlatabilmiş.
Ama asıl kötü gün, muhtarın kötü günüdür. Kendisine verilen ceza yüzünden değil, olayın iç yüzünü öğrendiğinde, verdiği o akıl almaz tepkiye ve tabii ki Yaşar’ı dinlemediğine kahretmiş.
Tanık kürsüsüne ilk olarak Cemile Teyze çağrılmış. Onun anlattıklarını duyan Muhtar fenalaşmış, baygınlık geçirmiş.
Vardığımız caddede bir elif miktarı soluklandık. Benim dükkânlara baktığımı fark eden Naci dayanamadı, “Neden? Cemile Teyze ne anlatmış ki? Anlatsana” dedi heyecanla.
“Devam edeceğim ama önce şu nalbura bir uğramam lazım” dedim. Naci bundan pek hoşlanmadı ama benimle beraber içeri girdi. Güçlü bir yapıştırıcı aldık ve ödememizi yapıp çıktık. Nalburun önündeyken Naci biraz suçlarcasına “Yapıştırıcıyı başka bir gün alsaydın olmaz mıydı?” dedi.
“Özür dilerim. Ama kızma hemen. Bu akşam halletmem gereken bir şey vardı. Almam gerekiyordu. Ama hemen devam ediyorum” dedim ve az önce geçtiğimiz caddedeki trafiğe rahmet okutacak yoğunluktaki trafiğin gürültüsü eşliğinde yürümeye başladığımızda Cemile Teyze’nin ifadesini anlatmaya başladım:
Meğer olay hiç de Tilki’nin anlattığı gibi değilmiş. Tilki’nin anlattıkları arasında doğruluk payı varmış elbet, ama olayın muhtarla bir ilgisi yokmuş.
Cemile Teyze önce Tilki’ye sayıp söverek başlamış. Bütün bu olayların asıl müsebbibinin Tilki olduğunu ve muhtarın değil, asıl Tilki’nin o sandalyede oturması gerektiğini haykırmış. Sonra meselenin doğru şeklini anlatmış:
“Evet. O gün Kezban’la konuştuk. Tilki’nin söylediği doğrudur. Yaşar bir kız kaçıracaktı. Ama kendisi için değil…” diye başlamış anlatmaya.
“Kezban’ın yeğeni Sevgi’yi kaçıracaktık. Ve bunu bizzat Kezban istediği için ben aracı oldum ve gidip her şeyi Yaşar’a anlattım. Yaşar da biraz düşündükten sonra kabul etti. Beraber bazı şeyler konuştuk ve hazırlık yaptık. Biz Kezban’la sonraki gün şehre bu yüzden gittik. İşte o sırada ben ona bunu anlatıyordum. Bu Tilki de orada gizlice bizi dinliyormuş!”
Cemile Teyze’nin anlattıklarından sonra Muhtar o kadar kötü olmuş ki, bazıları onun ağladığını söylüyorlarmış. Babam da ağlayıp ağlamadığını anlayamadığını söyledi.
Sonra Kezban gelmiş kürsüye ve olayın öncesiyle ilgili bilgiler vermiş:
“Sevgi benim ablamın kızı. Ablamın bana emaneti. Onu korumak için çok uğraştım. Ama elimden bir şey gelmedi.”
“Niye, ne oldu ki kızım?” diye sormuş Hâkim. Ve Kezban da olanları en başından anlatmış:
“Ablam küçük yaşta istemediği biriyle evlendirildi. Ablamla gizli gizli konuşurduk. Beraber ağlaşırdık. Ablam cehenneme gittiğini söylüyordu. Hatta babamdan çok korkmamıza rağmen, ablamın o halinden cesaret alarak bir defasında önüne çıktım ve ablamı istemediği biriyle evlendirmeye hakkının olmadığını söyledim. O gün babamın neşesi yerindeydi de bana bir şey yapmadı. ‘Henüz senin aklın ermez’ deyip beni gönderdi. Gerçekten de adam bizim korktuğumuz gibi biri çıkmadı. Ablamla görüştüğümüzde mutlu olduğunu söylüyordu. İki yıl sonra da Sevgi dünyaya gelince mutlulukları iyice arttı. Ama maalesef bu fazla sürmedi. Eniştemde ne olduğunu anlayamadığımız bir hastalık başlamıştı. Birkaç yıl içinde eridi, gitti ve sonunda vefat etti. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Ablam dul kalmıştı. Beş yaşındaki kızıyla yalnız kalmışlardı. Komşular aracılık edip köyden başka dul bir adama istemişler. Babamlar falan tanımıyorlar tabii. Adam yaşlı sayılırdı ama onları himaye edecek sorumluluk sahibi bir adam olduğunu söylediler. Herkes razı oldu ve evlendirdiler. Ablamın tek derdi, kızıydı. Onun için bu evliliğe razı olmuştu zaten. Fakat bu adam, hiç beklemediği kadar gaddar biri çıktı. İşi olmadığı için sürekli evde. Evdeki her şeye müdahale ediyor. Ve her fırsatta Sevgi’ye sataşıyor. Olur olmadık sebeplerle kıza dayak atıyor. Ablam yıllar sonra bunları bana anlattı. Bu kadar kendisini sıkmasının bir anlamı olmadığını, bırakıp gelmesini söyledim ama bunun çok da kolay olmadığını söyledi. Adam çok sinirli birisiydi. Her şeyi yapardı. Ve ablam da en çok Sevgi için çekiniyordu. O yüzden önceleri hep içine atmış. Düzelir demiş. Ya da birbirlerine alışırlar diye düşünmüş. Ama maalesef bir türlü düzelmek bilmedi. Ve sonunda ablam da daha fazla direnemedi…”
Kezban bunları gözleri yaşlı anlatmış. Salondaki kadınların pek çoğu da onunla beraber hüngür hüngür ağlıyormuş.
Kezban, gözleri yaşlı olarak anlatmaya devam etmiş:
“Çok kötü bir hastalığa yakalandı ablam. Kanser dediler, verem dediler… Ne dedikleri umurumda değil ama ablam çok geçmeden vefat etti. Vefat etmeden birkaç gün önce ziyaretine gittiğimizde benimle yalnız görüşmek istediğini söyledi. Kocasının Sevgi’ye her türlü kötülüğü yapabilecek birisi olduğunu, ona kesinlikle güvenmediğini defalarca söyledi. ‘Sevgi sana emanet. Ben başaramadım ama inşaallah sen bir yolunu bulup kızımı bu adamın elinden kurtarırsın’ dedi ağlayarak. Ben de onunla ağlıyordum. Ama bir yandan da ‘ablam bir şey yapamadıysa ben ne yapabilirim’ diye kara kara düşünüyordum. İşte bu düşüncelerle kendi kendimi yiyip bitiriyordum ki o zalim haberi duydum. Eniştem Sevgi’yi evlendirmek istiyormuş. Henüz on sekizine girmemiş kızı kırk yaşındaki adama verecekmiş. Kalktık, gittik. Ama adama laf anlatmak ne mümkün! Anlaştığı adam zengin, hali vakti yerinde birisiymiş. Ve sonradan öğrendiğimize göre yüksek miktarda başlık parasına anlaşmışlar.”
Sözün burasında Hâkim devreye girip “Neden emniyete haber vermediniz kızım?” diye sormuş. “Adam düpedüz kızın hayatını mahvetmeye kastetmiş” diye de eklemiş.
“Gidemedik. Yapamadık” demiş Kezban.
“Neden?” diye sormuş Hâkim. O zamana kadar ağlayan Kezban, gözlerindeki nemler bir şimşeği andırırcasına, kıvılcım saçarcasına hiddetle konuşmaya başlamış:
“Çünkü bizi tehdit etti o mendebur! Babam defalarca böyle yapmamasını söylediği halde kabul etmedi. O yüzden mahkemeye başvurup torununun vesayetini üzerine alacağını söyledi. O da asıl vasinin kendisi olduğunu, dolayısıyla dedesine verilmesinin mümkün olamayacağını söyledi. Babam bu işin peşini bırakmayacağını söyleyince, bu sefer de Sevgi’ye zarar vermekle tehdit etti bizi.”
Kezban’ın anlattıkları Hâkim dahil herkesi o kadar etkilemiş ki, herkes Muhtar’ı unutmuş, Sevgi’ye üzülür olmuş. Ama sonunda Hâkim, artık asıl konuya gelmesini istemiş Kezban’dan.
Hikâye bitmemişti ama bizim binanın önüne gelmiştik. Elimden bir şey gelmediğini hissettirircesine Naci’ye baktım ve “İstersen yarın devam edelim” dedim. Fakat Naci çok meraklanmıştı. “Olmaz! Yarını bekleyemem” dedi. “Burada ayaküstü konuşuruz biraz, bir şeycik olmaz” diye de ekledi.
Hikâyenin devamını buradan okuyabilirsiniz.

27 Şubat 2016 Cumartesi

Mutluluğun yolu (2)

...Dar sokakta ufak adımlarla yürürken hikâyeye devam ettim: 
Bir gün birisi Muhtar’ı ziyarete gelmiş. Ve akıllara ziyan bir iddia ortaya atmış.
“Senin Yaşar iyi işler peşinde değil, bilesin” demiş.
“Ne demek istersin be adam?” diye çıkışmış Muhtar.
“Öyle hemen kızma ağam. Önce bir dinle.”
“Sen de adamı çatlatma da anlat ne anlatacaksan!”
“Dün şehre gitmek için erkenden gidip minibüse bindim. En arka koltukta oturuyordum. Cemile Teyze, Kezban’a hararetle bir şeyler anlatıyordu. Sanırım onlar da minibüsün hareket etmesini bekliyorlardı. Ama dışarıda oturdukları için beni göremiyorlardı. Biliyorsun, Cemile Teyze, Yaşar’ın komşusu. Bazen ev işlerinde ona yardımcı da oluyor...”
“Bırak bunları! Konuya gel.”
“Cemile Teyze ‘O iş de tamam. Yaşar bugün-yarın kızı kaçıracak. Bizim şehirdeki meseleyi çözmemiz lazım’ diyordu. Babası kızı kesinlikle vermeyeceğini söylüyormuş.”
“Bundan bana ne!”
“Sana ne olur mu ağam? Sizin kızı kaçıracaklarmış!”
Bunu duyan muhtarın beynine kan sıçramış. “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu Tilki?” diye bağırmış adama. Tilki o adamın lakabı gibi bir şey. Zaten onu sevmeyenler, arkasından konuşurken “Tilki” diye bahsedermiş.
“Cemile Teyze, Yaşar’dan kendisi duymuş. ‘Sevabıma Sevgi’yi kaçıracağım’ diyormuş pişkince. Pis herif! Sen hem muhtarın kızını kaçır hem de sevap kazanacağını söyle!”
“Sevgi dediğinden emin misin Tilki?”
“Tabii ki eminim ağam.”
“Ama koca köyde bir tek bizim Sevgi mi var?”
“Başka kim var muhtar? Ben başka tanımıyorum.”
Muhtar da bir süre düşünmüş ama onun da aklına kimse gelmemiş. O arada öfkeyle karışık bir düşünceyle Tilki’ye bakmakla yetinmiş. Ama Tilki bu arada boş durmamış, başka şeyler de söylemiş:
“Hatta babasının başka birisiyle evlendirmek istediğini, ama kızın o adama varmak istemediğini bile söyledi.”
İşte bundan sonra muhtar, Tilki’nin bahsettiği Sevgi’nin kendi kızı Sevgi olduğuna kesin bir şekilde ikna olmuş. Çünkü muhtar, kızını, komşu köylerinde oturan askerlik arkadaşının oğluyla nişanlamak istemiş de kızı kesinlikle kabul etmeyeceğini söylemiş o günlerde. İşte bunu duyan muhtar sinirden alev alev yanmış adeta. Ve sonrası hiç de iyi olmamış.
“Vah alçak ırz düşmanı! Demek bu fırsattan istifade edip kızımı kaçıracaksın ha!” demiş ve silahını kaptığı gibi odadan fırlamış. Tilki arkasından bağırmış, bir şeyler demiş ama freni patlamış kamyon gibi sağa sola çarpa çarpa ilerleyen muhtar ne duracak ne de kimseyi görüp duyacak gibi gözüküyormuş. O hışımla söylene söylene, küfürler savura savura Yaşar’ın evine varmış. O sırada Yaşar da kendi eliyle yaptığı ahşap merdiveni evinin duvarına dayamış, damın su oluğunu tamir ediyormuş.
“Sen hayatımda gördüğüm en adi insanmışsın! Seni adam yerine koyup arkadaş kabul ettim. Ama sen yılan gibi girdin ailemin içine” diye bağırıp çağırmış ve daha pek çok hakaret ve küfrü de beraberinde savurmuş.
Ortaya çıkmasıyla hakaretler yağdırması bir olan muhtarın neden bu kadar öfkelendiğine bir anlam veremeyen Yaşar birkaç defa “Ne oldu Hayrettin abi?” diye sormuş ama muhtar o arada silahını çıkarmış. “Seni ırz, namus düşmanı! Ne olduğunu bana mı soruyorsun?” demiş ve silahını ona doğrultmuş. “Yapma Hayrettin abi! Önce bir konuşalım” demiş ama adam daha diyeceklerini bitiremeden Muhtar tetiğe basmış.
 “Yok canım!” dedi Naci.
“Evet, öfkeden gözleri kararmış olmalı ki, hiçbir açıklama dinlemeye tahammül edememiş. Sonrası daha trajik...”

“Ne olmuş?” diye sordu arkadaşım. Ben de devam ettim kaldığım yerden anlatmaya:

24 Şubat 2016 Çarşamba

Mutluluğun yolu (1)


Bahar çiçek çiçek gelince güzel,
Hayat sevilince, sevince güzel.
Dudağımda bu şarkıyı mırıldanarak Naci’nin kapısına vardığımda son heceleri henüz bitirmemiştim. Son kelimeyi Zekai Tunca’yı da kıskandırırcasına nağmeli, azıcık da uzatarak “güzeeeel” derken kapıyı açtım.
Çıkmak için son hazırlıklarını yapan Naci, ona meydan okuduğumu anlayarak bana hızlı bir bakış attı. Bu bakış aynı zamanda “senin meydan okumanı kâle almıyorum” bakışıydı. Ben de zaten Naci’yle yarışacak bir sese sahip değildim.
Şarkının asıl söylemek istediğim kısmını hatırlayamadığım için sadece melodisini mırıldanarak içeri ilk adımımı atarken Naci’nin çantasına koymaya çalıştığı kitap dikkatimi çekti. Okumayı çok seven Naci, bu sıralar Jean Christophe Grange’ın Siyah Kan kitabını okuyor olmalıydı.
“Yürüyor muyuz?” diye sordum Naci’ye.
“Aslında güzel olurdu ama kendimi biraz yorgun hissediyorum abi” karşılığını verdi.
“Bahardan kalma bir gün var bugün. Bu havayı kaçırma bence” dedim. Bir şey söylemek için hazırlık yapan Naci’ye fırsat vermeden “Birkaç gün sonra kış uygulamasına geçilecek ve saatler geri alınacak. O zaman karanlıkta işten çıkacağız. Sen gel beni dinle ve bu son günleri heba etme” diye devam ettim.
“Doğru söylüyorsun ama…” dedi.
“Merak etme, yolculuğumuz güzel geçecek. Sana yolda bir şey anlatacağım.”
Odasının kapısını kilitleyip çıkarken babamın nasıl olduğunu sordu Naci. Hasta olan babamı ziyaretten önceki gün dönmüştüm ve bu konuda onunla görüşememiştik. Ben de babamın durumunu birkaç cümleyle özetledim. Naci’nin bildiği kadarıyla köyden bahsetmeyi de ihmal etmedim. Naci’nin annesi bizim köylü olduğu için birkaç günlüğüne de olsa tatillerinde uğramışlığı vardır ne de olsa.
İş yerinden dışarı çıkıp küçük adımlarla yürümeye koyulduğumuzda “Ee, ne anlatacaksın bakalım?” diye sordu.
Montumun fermuarını açıp havayı biraz içime çektim ve “Güzel bir hikâye” derken Naci’nin koluna girdim.
“Hikâye mi? Bu yorgunluğun üzerine hikâye iyi gider mi dersin?” dedi.
“Evet, hikâye… Ama yaşanmış bir hayat hikâyesi bu. Beni çok etkilemişti. Senin de hoşuna gideceğini tahmin ediyorum. Senin çantandaki kitap gibi, başta belki biraz durağan gelebilir ama sonunda güzel bir sürpriz var.”
“Sürpriz mi? Peki, anlat bakalım.”
“Öyleyse dikkatli dinle” dedim ve anlatmaya başladım:
Anlattıklarına göre, bir köyde yaşayan güçlü, kuvvetli, sözü dinlenen bir muhtar varmış. Bunda biraz öfkeli olmasının etkisi de olacak ki insanlar çekinirlermiş ondan. Köyün en son evlerinin birinde oturan Yaşar Kurtuluş isminde bir adam sık sık Muhtar’a uğrar, onunla hasbıhal edermiş.
“Bu galiba seninle ilgili bir hikâye” diye hemen araya girdi Naci.
“Benden çok seninle ilgili. Biraz sabret! Hikâyenin sonunda çok şaşıracaksın” diye cevaplayınca Naci’nin daha bir dikkatini çekti.
İnsanın ismi kaderi olur misali, Yaşar da gerçekten çok şey yaşamış birisidir. Çocuklarını yetiştirmek için büyük şehirlere gönderir. Onlar gittikten sonra yalnız kalması yetmezmiş gibi bir de güzelliği dillere destan eşi hayata gözlerini yumunca hepten yalnız kalır köyde. Eşinin vefatı da ayrı bir öyküye konu olacak kadar esrarengiz ve bir o kadar da üzücüdür. Vakit olsa başka bir gün de onu anlatırım sana. Ama en büyük yaşadığı şey kuşkusuz, Muhtar’la aralarında geçen şey olmuş.
Yaşar, hoş sohbet birisiymiş ki, normalde başkalarıyla uzun konuşmayı sevmeyen muhtar, onunla uzun uzun konuşabiliyormuş. Hatta kimileri, muhtarın kararları üzerinde Yaşar’ın büyük etkileri olduğunu bile söylüyormuş.
Hikâyenin burasında yolumuzun üzerindeki işlek caddeye gelmiştik. Fasılasız akan araç seylinden bir boşluk bulup kendimizi karşı kaldırıma atıncaya kadar hikâyeye biraz ara vermemiz icap etti.
“Bu trafik İstanbul’un ciğerlerinden çok benim sabrımı tüketiyor” diye hayıflandı Naci.
“Sana bir şey yapmasın da…” diye Naci’ye takıldıktan sonra tekrar koluna girdim ve dar sokakta ufak adımlarla yürürken hikâyeye devam ettim:
Devam edecek...