30 Eylül 2011 Cuma

Allah'ın kaderine kaçmak


Yağmurlu bir İstanbul akşamında Nasreddin Hoca’nın “Allah'ın rahmetinden kaçılır mı” fıkrasının hatıra getirdiği bir anekdot:
 
Hz. Ömer, Şam’a gideceği bir zamanda orada veba salgını olduğu haberini alır ve gitmekten vazger. Komutanlarından Ebu Ubeyde bin Cerrah, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun ey Ömer?” demesi üzerine, “Evet, ama Allah’ın bir kaderinden ötekine kaçıyorum” der ve bunu şöyle bir örnekle izah eder:

“Sen iki yakalı bir vadiye insen, bir yakası yeşillikli ve otlak olsa, diğer yakası da kurak olsa sen atını otlak olan yerde otlatırsan Allah’ın kaderi ile otlatmış olursun. Kurak yerde otlatırsan da Allah’ın kaderiyle otlatmış olursun. Öyle değil mi?”

29 Eylül 2011 Perşembe

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (19)

Güneş guruba meyletmiş, gölgeler iyice uzamıştı. Gözlerini aralayan Bilal, hayvanları otlatan çocuklara ve kendilerinden çokça uzun olan gölgelerine bakarken rehber konuşmaya başlamıştı. Az sonra Maaratü’n-Numan isimli bir yerde olacaklarını söylediğinde, “Herhalde Numan’ın Mağarası anlamına geliyor. Ama Numan da kim?” diye geçirdi içinden.

Rehber, Ömer bin Abdülaziz’in kabrini ziyaret edeceklerini söylediğinde, bu sefer tanımadığı Numan’la, az çok ismini duyduğu Ömer bin Abdülaziz arasında bir bağlantı olup olmadığını düşündü.

Rehber, “Birkaç dakika sonra orada olacağız” dedikten sonra bu dakikaları şehrin tarihi hakkında bilgi vererek değerlendirdi:

“Maaratü’n-Numan, Halep’e bağlı olan bir kasabadır. Şehrin asıl adı Maarre’dir. Bugünkü ismini Numan ibni Beşir el-Ensarî isimli bir komutandan alıyor. Bu şahıs I. Yezid döneminde Kûfe valiliği yapmıştır. Günümüzde şair ve felsefeci olarak bilinen Ebu’l-A’la el-Marri de bu kasabada doğmuştur.

 “Burası ilk önce Bizanslılara aitmiş. Sonradan Suriye’nin fethinden sonra Müslümanların eline geçmiş. Emeviler döneminde şehir iyice gelişmiş. Emevilerden sonra Fatımîler idaresini yürütmüş. Bu dönemde neredeyse şehrin tamamı Haçlı orduları tarafından yok edilmiş. I. Haçlı saldırısında neredeyse şehirdeki herkes telef edilmiş. Ama birkaç gün sonra kendileri büyük bir kıtlık yaşamaya başlamışlar. 15 gün boyunca yiyecek bir şey bulamamışlar. Açlıktan cesetlere saldırmaya başlamışlar. Allah, yaptıkları bu zulmü yanlarına kâr bırakmamış.”

Rehber sözlerini bitirdiğinde otobüs, Maarratü’n-Numan kasabasının birkaç km dışında bulunan Dar es-Siman mevkiindeki Ömer bin Abdülaziz türbesinin önüne park etmişti.

Herkes inip abdest tazeledi ve gelip aynı zamanda mescit olan türbede ikişer rekât namaz kıldı. İçeride başka ziyaretçiler de vardı. Onlar da Ömer bin Abdülaziz’in kabrinin başına vardıklarında oldukça kalabalık bir grup kümelenmiş oldu.

Selam, dua faslından sonra Ömer bin Abdülaziz’in ibretlik hayatı hakkında bilgi almaya başladılar. Bu sefer duygulu bir ses tonuyla konuşan rehberi, o esnada orada olan kasaba halkı da dikkatle dinlemişti:

Adalette nam salan Halife Ömer bin Hattab, herkes uykusundayken şehri dolaşır, ihtiyaç sahiplerini tespit edermiş. Bu şekilde tespit ettiği çok sayıda ihtiyaç sahibi olduğu gibi, aynı zamanda pek çok ilginç olaya da denk geldiği olmuş.

Bir defasında yine gecenin karanlığında Medine sokaklarında dolaşırken bir evden yükselen sesler dikkatini çekince olduğu yerde kalmış. Duyduğu bu ses, yasaklanan bir şey hakkındaymış. Bir anne, kızının süte su katmasını istiyormuş. Bunu nasıl yapabilirlerdi? Konuşmaların devamını dinleyen Halife Ömer, bu düşüncesinin cevabını almıştı.

Annesinin bu isteğine kızı, “Halife Ömer bunu yasakladı” demiş. İsteğinde ısrarlı olan anne, “Kızım Ömer bunu nereden bilecek?” deyince kızın verdiği cevap Hz. Ömer’i oldukça duygulandırmış: “O görmüyorsa da Allah görüyor!”

Bu sözleri duyan Bilal de duygulanmıştı. Annesinin söylediği söz çok doğruydu. Çünkü akşamın o saatinde Halife Ömer’in bütün evlerde ne olup bittiğini bilmesi mümkün değildi. Ama her ne kadar Halife Ömer görmüyorsa da onun Rabbi görüyordu. Kızı bunu çok iyi biliyordu. Ne muazzam bir iman! Herkes böyle düşünseydi o zaman toplumdaki güven, huzur artmaz mıydı? Herkes birbirinden emin olmaz mıydı?

Nitekim bu konuşmalar üzerine oradan ayrılan Halife Ömer, ertesi gün o evden gelen sütü inceletmiş ve sütte su tespit edilemediğini öğrenmişti. Kızı, annesine müsaade etmemişti.

Bu olay üzerine, bu kızı ve annesini halifelik merkezine davet etmiş ve duyduklarını anlatmıştı. Onlar çok mahcup bir durumda iken Halife Ömer’in yüzü gülüyormuş. Çünkü halkına olan güvenini artırmıştı. Bu memnuniyet üzerine, az önce oğlu Asım’la yaptığı bir istişareyi bu kıza iletmiş. Oğlu Asım’la evlenmesini istemiş. Kızdan da olumlu cevap gelince düğünlerini yapmış. Bu evlilikten Leyla isimli bir kız çocukları dünyaya gelmiş.


Yıllar birbirini kovalamış ve Emevi hanedanından olan Abdülaziz bin Mervan, Hz. Ömer’in torunu Leyla’yla evlenmek istemiş ve muradına nail olmuş. Hz. Ömer’i çok seven ve sıfatlarına hayran olan Abdülaziz, dünyaya gelen çocuğuna büyük dedesinin adını vermiş ve ona Ömer demiş.

Atları çok seven Ömer, bir gün atlarla oynarken atlardan birisinden bir darbe almış. Evladının bağırışlarını duyan Abdülaziz, oğlunu bulduğu zaman yüzü gözü kan revan içindeymiş. Halsiz bir şekilde yatan oğlunu kaldırıp yüzünü temizleyince, büyük kayınpederi Halife Ömer’in gördüğü bir rüyadan sonra söyledikleri hafızasında yankılanmaya başlamış.

Halife Ömer’in gördüğü rüyada kendisine önemli bir haber verilmişti. Buna göre kendi neslinden gelen ve yüzünde yara izi bulunan birisi, toplumda yer etmiş yanlış uygulamaları bitirecek ve yeryüzüne adalet salacaktı. Halife Ömer, uzun süre bu her hatırına geldiğinde kendisini heyecanlandıran rüyanın etkisinde kalmıştı. Sadece o değil, Hz. Ömer’den bu rüyayı duyan herkes hem heyecanlanmış, hem de artık geleceğine kesin gözle baktığı bu adaletli kişiyi intizar eder olmuştu.

Abdülaziz bin Mervan, oğlu Ömer’in yüzündeki bu yarayı görünce oğluna sıkı sıkı sarıldı ve sevinçle şöyle haykırdı:

“Eğer sen büyük deden Halife Ömer’in haber verdiği yüzünde yara izi bulunan kişi isen, ne mutlu sana!”

Abdülaziz haksız değildi. Çünkü önce Medine valisi, sonra da halifelik makamına oturan oğlu Ömer bin Abdülaziz, gerçekten de büyük dedesinin haber verdiği gibi o güne kadar yerleşen pek çok hatalı uygulamaya son vermiş ve adaletle hükmetmişti. Bunun en bariz örneği, Emevi döneminde adet haline gelen Hz. Ali’ye ve evladına camilerde okutulan ve adet haline gelen laneti sonlandırmıştı. Adaleti hakkında verilecek çok sayıda örnek mevcut... Henüz Medine valisi iken bir komisyon kuran ve bütün kararları o şûradan çıkan kararlara göre uygulayan Ömer bin Abdülaziz, halife olduktan sonra adaletle muamelede bulunmayan bütün valilerini geri çağırmış, yerlerine şûradan çıkan kararlara göre en adaletli ve takva sahibi olanları göndermiş.

Hem içte hem de dışta kısa zamanda gerçekleştirdiği büyük başarılar ve yenilikler bazı kesimleri iyiden iyiye rahatsız edince Ömer bin Abdülaziz’i önce tehdit ettiler. Adaletten vazgeçmeyince de zehirlediler. Kendisini zehirleyen kişi yakalandığında ona ceza verdirmemiş, ancak bu olayın arkasındaki adaletten hoşlanmayan kişileri yakalatıp onlardan bunun diyetini almış ve hak ettikleri cezalarını vermiş.

İkinci Ömer, İslam devletinin 5. halifesi gibi isimlerle adlandırılan Ömer bin Abdülaziz’in iki buçuk sene hakkıyla yaptığı halifelik görevi, zehirlenerek vefat etmesiyle son buldu.

Hem zamanının hem de sonraki dönemlerin âlimleri tarafından övgüyle anlatılan Ömer bin Abdülaziz, vefat ettiğinde 40 yaşındaymış.

Rehberin sözü bittikten sonra, arka taraflarda oturan uzun kıyafet giymiş birisi yanlarına yaklaştı ve “Hoş geldiniz” dedi. Türkçe konuşan bu kişi, ayaküstü kısa konuşmanın ardından herkesi türbenin yanındaki küçük çay ocağına davet etti.

Bilal bardağından bir yudum almak için kafasını kaldırınca karşısında Halit Bebek’i ve yanındaki onun yaşlarındaki kızı gördü. Yanında oturan rehbere “Bu çocuk buralı mı?” diye sordu. Bilal’in ne kast ettiğini anlayan rehber, “Evet, o bir Arap” dedi. İlk defa sarı saçlı, yeşil gözlü bir Arap gördüğüne şaşıran Bilal, bardağından ikinci yudumu aldığında çayını bitirmeyen kimse kalmamıştı.

Geride kalanlara veda ettiklerinde akşam namazı eda edilmiş, etrafı iyice karanlık bürümüştü.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Sense of presence





If the sun begins to disappear,
If the waves hit harshly the beach,
If all my hopes go down one by one,
It is okay…
I will be there, where I promise to wait…
 

27 Eylül 2011 Salı

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (18)


Dolap niçin inilersin?
Derdim vardır inilerim.
Ben Mevla’ya âşık oldum,
Anın için inilerim.

Yunus Emre’ye ait olan bu ilahiyi hep beraber terennüm ederek Hama’ya girmeleri boşuna değildi. İnsanlık tarihinin bilinen en eski su değirmenleri olduğuna inanılan bu çarklar Yunus Emre’ye ilham kaynağı olmuş ve onun dilinde “dertli dolap” adını alarak yüzyıllar boyu terennüm edile gelmiş.

Asi nehri üzerine kurulmuş pek çok değirmenden günümüzde sağlam kalan birkaç tanesinden iki tanesini görebildiler. Fazla vakitleri olmadığı için bunlarla yetinmek zorunda kaldılar. İnleyen bir deve gibi çıkardıkları seslerle herkesin çok dikkatini çekmişti bu dolaplar. Herkesin nedenini bulmak için tahminler yürüttüğü bu seslerin anlamını Yunus Emre yüzyıllar öncesinden dile getirmiş ve dolabın Mevla’sına olan aşkından kaynaklandığı ifade etmişti.

Onca yolu kat edip geldiği halde dolaplarla ilgilenmeyenler de vardı. Halit Bebek bunlardan bir tanesiydi. Onun ilgisini çeken şeyler farklıydı. Pek de ismiyle müsemma değilmiş gibi sakin görünen Asi üzerinde süzülen ikisi beyaz, biri siyah olan üç ördekten gözlerini alamamıştı. Hareketlerini çok dikkatli takip ediyor, annesinin eteğinden çektiriyor, onun da dikkatini ördeklere vermesini istiyordu. Ancak az sonra o da ördeklere bakmaz oldu. Gelip hemen yanında duran, el yapımı kırmızı-mavi-beyaz-siyah bir kilimle süslenmiş beyaz deve daha çok dikkat çekiciydi. Bir apartman dairesinin birinci katıyla aynı yükseklikte olan deveye binmek isteyen turistler oluyordu. Binmelerini kolaylaştırmak için altı basamaklı bir merdiven kullanılıyordu. İnsanların ve özellikle de Halit Bebek’in dikkatli bakışları altındaki deve kimbilir neler hissediyordu.

Az sonra otobüse binip yola çıktıklar. Otobüs yola çıkar çıkmaz bazı kişilerin hemen uyumaya başladığını biliyordu, Bilal. Oysa o öyle yapmıyor, bütün bu gezide gördüklerini yorumlamaya ve analizini yaparak sonuçlar çıkarmaya çalışıyordu. Ancak sessizlik melodileri eşliğinde sallanarak uykuya davet çıkaran otobüse daha fazla direnemedi ve yarıya inmiş göz kapaklarını usulca kapatıverdi.

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (17)


Şam’a vardıklarında önce Selahaddin Eyyubi’nin heykeline uğrayıp kısaca bilgi edindikten sonra türbeyi ziyaret edeceklerdi. İlk başta Emeviye Camii’nin bitişiğinde olan bu türbeye neden önceki geldiklerinde uğramadıklarını düşünmüştü. Hem vakitleri de vardı. Busra’ya gidip de tekrar aynı yolu kat ederek buraya gelmeyi vakit kaybı olarak değerlendirmişti. Oysa bugün öyle düşünmüyordu. Busra’ya gidip Selahaddin Eyyubi’nin sanata ve insana verdiği değeri öğrendikten sonra buraya gelmeleri çok manidar gelmişti ona.

Az bir zaman sonra sırtında rüzgârdan dalgalanan cübbesi, başında miğferi, elinde atının yuları ve etrafındaki askerleriyle oldukça heybetli duran Selahaddin Eyyubi’nin heykelinin önündeydiler.

Bilal herkesten çok heyecanlıydı. Selahaddin Eyyubi en sevdiği tarihî şahsiyetlerden bir tanesiydi. Bu büyük savaş ve fikir dehası zat hakkında rehberin verdiği bilgiler, daha önce izlemiş olduğu Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethiyle ilgili izlemiş olduğu bir filmi hatırına getirmişti.

O sıralar Kudüs’ün hâkimiyeti elinde bulunan Trablus Kontu Raymond’un talebiyle dört yıllık barış antlaşması imzalamışlardı. Ancak bu antlaşmayı bozan yine Raymond’un kendisi olmuştu. Hac için Kudüs’ten geçen bir kafileye namaz esnasındayken saldırmış, yaşlı-genç, kadın-erkek demeden öldürmüş, mallarına el koymuştu.

Akıttığı bunca masum kanı, içtikçe susatan deniz suyu gibi kana susatmıştı onu. Raymond’un bu olayın hemen akabinde söyledikleri bunu teyit ediyordu. “Susuzluğumu içtiğim bu su dindirmez, ancak Selahaddin’in kanı dindirir” diyen Haçlı komutan Raymond’un bakışları canlandı gözlerinin önünde.

Zaten zulüm gören Kudüs Müslümanlarının çilesi üzerine eklenen bu olay bardağı taşırmıştı.

Selahaddin bu masumların kanının zararının ödenmesini ve tazminatının verilmesini istemiş, fakat Raymond kesinlikle bunu kabul etmediği gibi, tecrübeli vezirlerini dinlemeyip savaşı tercih ettiğini bildirmişti. Selahaddin, üstün stratejik planları sayesinde kendi ordusunun üç katı büyüklükte ve daha donanımlı olan Raymond’u yenilgiye uğratmayı başarmış, Kudüs tekrar Müslümanların himayesine geçmişti.

Savaş henüz devam ederken gidişatlarının iyi olmadığını anlayan Raymond’un yine kendisi gibi savaşçı olan eşi, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi Batı devletlerinden yardım istemişti. Aslan Yürekli Richard komutasındaki Haçlı birlikleri, Kudüs’ü barbar diye niteledikleri Arapların elinden almak için büyük bir donanma ordusuyla yola çıkmıştı. Çocuk, yaşlı, sivil demeden her önüne geleni öldürerek ilerlediklerinde barbarca hareket ettikleri akıllarına bile gelmiyordu.

Kudüs’e yaptıkları pek çok saldırı büyük zayiatla neticelenince, Aslan Yürekli Richard daha fazla kayıp vermeyi göze alamadığı için barış talebinde bulunacağını söylemişti. Müttefikleri onu vazgeçirmeye çalışmış, engelleyemeyince farklı entrikalarla Richard’la Selahaddin arasındaki iletişimi yanlış aksettirip savaşı devam ettirmişlerdi.

Gerçekten savaş taraftarı olmadığını anladığında Selahaddin’e hayran olan Aslan Yürekli Richard’ın barışa meylettiğini gören müttefiklerinden birisi, yaptığı sinsi planlarına bir yenisini eklemişti. Selahaddin’e bir mektup göndermişti. Richard’ı aldatıp savaş başladığında birlikleriyle çekileceğini kendisine yazmıştı. Mektup ulaştığında Selahaddin’in vezirlerinden bazısı buna çok sevinmişti. Ancak bu hile ve entrikalarla dolu savaşı, kendisine mektup gönderenlerin istediği şekilde devam ettirmeyeceğini söyleyince, vezirlerin sevinçleri kursaklarında kalmıştı. Çıkan tartışmayı, Selahaddin’in tarihe geçen cümleleri noktalamıştı:

“Biz yeni topraklar için savaşmıyoruz. İnsanların ruhî, ahlakî ve manevî değerlerini sağlamlaştırmak için savaşıyoruz.”

Ne muhteşem bir yaklaşımdı bu! Cesaretinden çok, bu sözlerinden ve hep insan açısından olayları değerlendirdiği için Selahaddin’e duyduğu hayranlık artmıştı. Zor durumlarda bile bu özelliğinden taviz vermiyordu.

Oysa kendi ihtiras ateşlerinde yanmaktan kurtulamayan kont ve krallar ya kafayı yedi ya da yenilgiyi tadıp hüsrana uğradı.

Baştan sona ibretlerle dolu sahnelerden oluşan film, Richard ve Selahaddin barış yaparak vedalaştıkları sahneyle son bulmuştu. Mutlu son... Bütün bu düşünceler yavaş yavaş zihninde bulanıklaşıp yok olduğunda türbeye girmiş, bu büyük komutanın karşısında dizilenler arasındaki yerini almıştı.

Türbeden çıkar çıkmaz Emeviye Camii’ne uğradılar. Ve Hz. Yahya’yla vedalaştıktan sonra, yeni bir âleme ve yeni bir tarihe yolculuğa çıkmak üzere kendilerini bekleyen otobüse bindiler.

Savaş da sanat gibi insanın iç dünyasındakilerin dışa taşmasının neticesidir. Ancak birinde latifeler cuş-u huruştayken,diğerinde nefisler galeyandadır.

18 Eylül 2011 Pazar

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (16)


Uzun bir yolculuktan sonra geldikleri köyde önlerine çıkan dikdörtgen şeklindeki taşlardan yapılmış eski yapıtın üzerindeki büyük bir yumurta şeklinde olan kubbeyi gördüklerinde Busra’ya geldiklerini anlamışlardı.

Busra’daydılar.

Busra... Rahip Bahira ismiyle özdeşleşmiş yerin adı. Hz. Muhammed 12-13 yaşlarında iken amcası Ebu Talip’le ticaret için Şam’a gelirken konakladıkları yer. Rahip Bahira’nın Hz. Muhammed’in beklenen son peygamber olduğunu amcasına ilan ettiği ve yeğenini tehlikelerden koruması gerektiğinin hatırlatıldığı yer. Seyyah-ı âlem Evliya Çelebi’nin, kış mevsiminde pek çok Türkmen boylarının gelip yerleştiğini ve bahar işaretlerini alıncaya kadar konakladığını aktardığı şirin köy.

Bilal otobüsten rehberle birlikte indiği için bu sefer rahattı. Ancak kimse rehberi beklemiyor, her otobüsten inen bir an önce karşılarındaki eski yapıtı görmek için hızlıca oraya giriyordu. Hz. Muhammed, amcasıyla birlikte geldiği zaman devesi buraya çöktüğü için, devenin çöktüğü yer anlamına gelen Mebrak en-Naka isminde bir cami yapılmış.

Rehber bunları anlattıktan sonra Rahip Bahira manastırını görmeye gideceklerini söyledi. Az önce eğilerek girmek zorunda kaldıkları bu büyük camiden tekrar teker teker eğilerek çıktılar ve az ilerideki manastıra gitmek için taş yoldan ilerlediler.

Üstü tamamen açık olan, sadece duvarları olan manastıra girdiklerinde içeride üç turistin olduğunu gördüler. Garbî oldukları her halinden belli olan bu turistler, kalabalık bir grubun içeri girdiğini fark edince buradaki gözlemlerini tamamladılar.

Binanın tek gölgelik cephesi olan giriş kısmına ip gibi dizildiklerinde ellerinde fotoğraf albümleri, oyuncaklar, tatlılar olan çocuklar kapıda beklemeye başlamıştı. Manastırı ve Hz. Muhammed’in Rahip Bahira ile görüştüğü bölümleri öğrendikten sonra, sıra Roma Amfi Tiyatrosu’nu görmeye gelmişti.

Önlerinde rehber, etraflarında satıcı çocuklar olduğu halde Roma Amfi Tiyatrosu’na yürüdüler. Az ileride tarihî eserlerden izler görenler fotoğraf makinelerini kılıfından çıkarmıştı. Ara yollardaki ayaküstü sohbetlerde rehberin yanındakilere çok önemli ayrıntılar verdiğini öğrendiğinden beri ondan uzak kalmamaya çalışan Bilal, küçük bir ayrıntıyı dinlerken birkaç poz çekmişti bile.

Buranın bu kadar uzun süre ayakta kalmasını Selahaddin Eyyubi’ye borçlu olduğunu duymuştu. 1100’lü yılların başında fethettikten sonra Haçlılara karşı şehri tahkim eden Selahaddin Eyyubi, şehirdeki önemli eserlerden zarar görenleri tamir ettirmeyi de ihmal etmemiş. Biraz daha ilerlediklerinde geniş alana yayılan bu tarihî mirasın Selahaddin Eyyubi’den sonra ihmal edildiğini fark etti.

On beş bin seyirci kapasitesi olan bu tiyatro, dünyanın en iyi korunmuş amfi tiyatrolarından biriymiş. Zaten bunu fark etmemek mümkün değildi.

Daha sonra büyük bir havuza vardılar. Hiç suyu kalmayan havuz, Roma medeniyetinin süper bir güç olduğu zamanlarda sulama amaçlı kullanılıyormuş. Ayrıca burada hem eğlence hem de eğitim amaçlı su savaş oyunları yapılıyormuş.

Harabelerdeki Kral Yolu’ndan geçerken kendisini Roma dönemindeymiş gibi hayal etti. Kölelerin omuzlarında halkı selamlamak üzere bu taşlı yoldan geçiyordu. “Çok yaşa Bilal” nidaları ve gül yağmuru altında halkı selamlıyordu. Ancak bu saadeti uzun sürmemişti. Ayağı tökezleyen bir köle yere düşünce o da kendisini yerde bulmuştu. Hemen yanında, babasının arkadan ittirdiği arabasında mışıl mışıl uyuyan Halit Bebek büyük bir çığlıkla uyandığı sıralarda, onun kölelerinden birinin ayağı tökezlemek üzereydi.

Yol kenarındaki bir gölgelikte, tarihî binaların taş duvarlarına bağlanmış olan bir atı fark eden Halit Bebek’in tepkisini takip etti bir süre. Atın yanına gitmek için bütün gücüyle babasını çektiren bebeğin ata yaklaşınca uzaklaşmak istemesi gülümsetmişti Bilal’i.

Yol boyunca kendilerine eşlik eden tarihî eserler arasından geçip meydana geldiklerinde farklı bir mekâna geçmiş gibi hissettiler kendilerini. Her tarafta kısa pantolonlu turist görmek mümkündü. Modern görünümlü bir binanın önünde park eden otobüse bindiler. Günü andıran Busra meydanından ayrılıp, dünü andıran tarihî Busra evlerinin arasına daldılar ve sabah geldikleri 140 km’yi tekrar geri kat etmek üzere yola revan oldular.