30 Ocak 2015 Cuma

Hangisine odaklanmalı?

Okullar yarıyıl tatiline girdi. Hatta bir haftası bitti bitecek. Kimi çocuklar heyecanla tatilin tadını çıkarırken bir kısmı da sonraki dönemi kaygıyla bekliyor. Dışarıdan pek fark edilmese bile eğitime sekte vuran bir özelliğe sahip bu kaygı. Bunun altında yatan pek çok sebep olabilir. Derslerin yoğunluğu, oyun çağındaki kıpır kıpır çocukların uzun süre hareketsiz oturmak zorunda kalması, eğitimcinin durumu.

Bence sebeplerden biri de sevmedikleri derse çalışmak, onda başarılı olmak için çok çaba sarf etmek zorunda kalmaları. Bu da ayrı bir efor sarf etme anlamına geliyor nitekim. Şunu demek istiyorum:

Çocukların her dersten geçmek zorunda olması, pek çok açıdan bilgili olarak yetişmesine zemin hazırlıyor gibi görünse de bence bir yönüyle onların asıl kabiliyetlerini köreltiyor.

Çünkü mesela anne baba çocuğunun notlarına bakıyor. İyi puan aldığı derslerinde nasıl olsa bir sorun yok diye düşünerek zayıf derslerine odaklanıyor. Çocuğa sabah akşam o dersi çalıştırıyor. Böyle olunca da çocuğun iyi olduğu, daha kabiliyetli olduğu diğer dersler olduğu yerde saymaya devam ediyor.

Yapılması gereken, kabiliyetli olduğu alanlara ağırlık vermek olsa gerek. Çünkü kabiliyet öyle bir şey ki zamanında elinden tutulmazsa köreliyor, normalleşiyor. Ağacın yaşken eğilmesi misali… Burada asıl iş anne babaya düşüyor. Eğitim sistemi henüz bununla ilgilenemeyecek kadar teferruatla uğraşmak durumunda zira.

23 Ocak 2015 Cuma

Demek Sünnetullah böyle işliyor

Madem Asr-ı Saadet var.
Madem Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin sıralaması var.
Madem her asırda bir müceddidin geleceği vaat ediliyor.
Madem müceddidlerin de yardımcıları saff-ı evvel ve sonrakiler diye niteleniyor.
O halde en selametli yol, kadere teslim olmaktır.
Ayrılıklar, zayıflamalar, kan kayıpları üzüyor ama...
Demek ki Sünnetullah böyle işliyor…
http://aaron-love.com/files/2014/02/Tree-Universe.jpg

22 Ocak 2015 Perşembe

Allah’ın, insana ruhundan üflemesi


Cenab-ı Hakk’ın insana kendi ruhunda üflemesi* meselesinin çok yönlerini müfessirler izah etmişler. O izahlardan yola çıkarak bunun şöyle bir cihetinin de olabileceğini düşünüyorum:

Dünyada sayılamayacak kadar varlık olduğu halde bunların içinde akıl ve şuur sahibi olan bir tek insan var. Diğer varlıklar da canlı ve hayat sahibi. Ancak yaptıkları şeyi, bir netice gözeterek, bir anlam tartması yaparak, bir hesap çıkararak yapmıyorlar. Onlara verilen birtakım hazır programlar var, onlar o programa göre hareket ediyorlar. Bu program sayesinde arı, insanları hayrette bırakan bir tasarımda petek dokur ve içini şifalı balla doldurur. Veya inci kefali (somon balığı da öyle) suyun tersine yüzerek nesillerinin devamı için gayret gösterir.

Fakat insan... Düşüncesinde özgürdür. Kabiliyet ve yeteneklerinin sınırı bilinmiyor. Bu açıdan yaratılmışlar arasında farklı bir yerdedir.

Bir de insanın manevi özellikleri var. Sevinir-üzülür, sever-öfkelenir, lezzet alır-hoşlanmaz... Bunlar gibi özellikler de yine insanı zengin ve donanımlı bir varlık haline getirir.

Peki bu özellikler neden insana verilmiş? Önemli bir vazife görmesi gerekiyor da ondan...

Bu özelliklerden hemen hemen bütün insanlarda var. Az veya çok. Bu özellikleri kullanarak bir şeyi anlaması gerekiyor insanın. Yaratıcısını, O’nun isim ve sıfatlarını ve kâinatta olup biten şeyleri. Tabii eli yetiştiği ölçüde, aklı erdiği nispette.

Mesela “Allah’ın şuunatı” şeklinde tabir edilen bir şey var. Bunlar, Allah’ın sıfatlarında bulunan birtakım özelliklerdir ki, bu özelliklerin sevkiyle sıfatlar tecelli eder ve kâinattaki sayısız faaliyetler meydana gelir. Vazifesi biten canlıların gitmesi ve arkasından yenilerinin gelmesi hep bu şuunatla bağlantılıdır.

İşte insanda da bu şuunatın örnekleri var. Ve insan bu özelliği sayesinde kâinatta olup biten bu başdöndüren faaliyetlerin sırrını anlayabiliyor.

Mesela el becerisi “yeteneği” bulunan bir insan yeni şeyler icat etmekten keyif alır. Hele icatları tam da istediği gibi güzel olursa o zaman bunu yeni icatlar takip eder. Birbirinden güzel ve işlevsel yeniliklerin ardı arkası kesilmez.

Bu insan aynı zamanda çok güzel bir aşçılık “yeteneği” varsa, daha önce hiç yapılmamış yemekleri yaptıkça ve bunlar ilgi ve beğeni ile talep gördükçe yeni yeni yemekler yapmaya devam eder.

Aynı zamanda çok güzel bir şair olsa bu insan, yazdığı her şiir rağbet görür ve üst üste güzel şiirler kaleme alır.

Bu yetenekler uzatılabilir. Ama meramımızı anlatmamız için yeterli olacağı kanaatindeyim.

Yetenek sahip olan insan, bu yeteneklerinin her biri ortaya çıktıkça daha yeni şeyler yapmaya meylediyor. Çünkü kabiliyetlerin ortaya çıkması o insana lezzet veriyor ve onu memnun ediyor.

Peki sonsuz mükemmel sıfatlara sahip olan Allah? (Yetenek demeye dilim varmıyor. Yetenek alt-üst sınırı olan, geliştirilebilen veya körelebilen bir şey olduğu için bunun yerine “sıfat” daha uygun olacaktır.) O’nun sonsuz derecesindeki mükemmel sıfatlarının tezahürünü dünya yüzünde görüyoruz.

İşte onun icat ettiği şeylerin güzelliği, (o şey canlı ise) memnuniyeti, Allah’ı memnun ediyor (O’na has bir memnuniyet. İnsanlardaki gibi kusurlu değil elbette) ve böylece ardı arkası kesilmeyen faaliyetleri müşahede ediyoruz dünya yüzünde. Sınırlı olan dünyaya sınırsız faaliyetler sığmayacağı için görevini yapan varlıklar, yenilerine yer açmak üzere gidiyor.

Özetle, Allah’ın insana kendi ruhundan üflemesi, O’nu daha iyi anlayabilmesi için insanın ruhuna bazı numunelerin Allah tarafından yerleştirmesi şeklinde anlaşılabilir. Böylece insan kıyaslama yapabiliyor. Kendi yaptıklarından yola çıkarak Allah’ın şuunatını az da olsa anlayabiliyor. (Sınırlı insan elbette sonsuz mükemmellikte olan Allah’ın şuunatını tam kavrayamaz. Ancak bu özelliklerin bulunduğunu anlayabilir.)

Bu, aynı zamanda müfessirlere “Allah’ın şuunatını siz nereden bilebilirsiniz ki?” diye itiraz edenlere de bir cevap mahiyetindedir. Çünkü ortadaki eseri inceleyince bu özelliklere ulaşıyor insan. 
Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

----------
*Buhari, Müslim ve Tirmizi’nin Ebu Hureyre’den yaptıkları rivayetlerinde, Ebu Davud’un da Hz. Ömer’den yaptıkları rivayette Allah’ın, insanlığın atası Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflediği ifade ediliyor.

5 Ocak 2015 Pazartesi

Şaka var, şaka var

İki türlü şaka vardır: muhabbeti arttıranlar, bir de hususmete sebep olanlar. Bu ikinci grupta olanlar aynı zamanda çok tehlikelidir. Birkaç dakika gülmek adına kadim dostluklar ve yılların emeği kolayca heba edilebilir. Böylesi akıl tutulmalarına karşı Allah’a sığınmak gerektir.

Hz. Ömer’in dikkat çektiği "muhabbetin sonu, adavetin başlangıcı" olan şakalar da böylesi şakalar olsa gerek.

Nitekim kamera şakalarında ya da amatörce yapılan çekimlerde çok sık gördüğümüz şakaların hepsi mutlu sonla bitmiyor. Bir grup insan kahkahalara boğuluyor ama olaydan habersiz olan şakazedelerin psikolojileri ciddi tehdit edilmiş oluyor.

Her şeyde olduğu gibi burada da itidal en sağlıklısı. Birileri kamerayla kaydedip internette paylaşmak için delilik sınırında şakalar yapmaya meyilli olabilir ama karşı tarafı rencide edici, küçük düşürücü, hatta zaman zaman yaralanmalara kadar götürücü eylemlerden uzak durmak en doğrusu.

Bir de korkup, öfkelenip, kendine hakim olamayıp ani tepkiler verildiği takdirde durum daha da vahim bir hal alıyor. Ölümle neticelenen şakaları duymuş, izlemişizdir.

Birinci kısımda olan ölçülü ve karşı tarafın şahsını rencide etmeyen şakalarsa bence güzeldir ve muhabbete vesiledir. Bunlar ince bir esprinin mahsulü olduğu için insan üzerindeki etkisi de kalıcıdır.

Bir de latifeler, nükteler var... Bunlar durduk yerde çıkmamış, bir amaca yöneliktir. Açıkça ifade edilemeyen meseleler hakkında dolaylı yoldan açıklama yapmak ya da muhataba üstü kapalı bir ders vermek de bu kabildendir. Mehmet Akif Ersoy’un bu manadaki pek çok nükteli şiirini ve hatırasını okumuş, dinlemişizdir. Kendisine hakaret edenlere yaptığı ince yollu göndermelerde şair ruhunun incelikleri gizlidir.

İşte nezih bir üslupla söylenen, nükteli sözlerle bezeli esprilerin yeri bir başkadır. İbnül Cevzi’nin Kitabul Ezkiya kitabından bunun onlarca (belki de yüzlerce) örneğini okumak mümkün. Tarihte yaşamış şahsiyetlerin davranış veya sözlerinden derlenen bu çalışmadaki nüktelerin bir kısmının zamana göre espri değeri nispeten azalmış olsa da tebessüme vesile olan ve yenileri için ilham verecek türden güzel örnekleri mevcut.

İbnül Cevzi’nin kitabından bir örnek paylaşmayı düşünüyordum ama M. Nuri Yardım’ın Tarihimizin Güleryüzü başlıklı kitabından bir hatıra hatırıma düştü şimdi. Onunla noktalayalım.

Kahramanımız, usta nüktedanlardan biri olan şair, yazar Ömer Ferit Kam... (Bir dönem Darul Hikmetil İslamiye üyeliği de yapmış. Ülkenin en meşhur ve en bilgili insanlarının buraya alındığını düşünmek, onun ilmî dirayeti hakkında ipucu vererir bizlere.)

Hadise özetle şöyle:

Bir gün Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bey, Ömer Ferit Kam’ı yemeğe davet eder. Fakat Ömer Ferit Bey gitmek istemez. Çünkü, tıpkı babası gibi, o da hemoroid hastalığından muzdariptir. Bunu açıkça ifade edemez ama gidemeyeceğini şöyle bir notla bildirir:

"Pederden veraset yoluyla intikal eden hanenin alt katını tamir ile meşgul olduğum için lütfen beni mazur görünüz!"

2 Ocak 2015 Cuma

Tesbihatın hatırlattıkları

 

Hatasıyla savabıyla bir yıl daha geride kaldı. Şefkat sütresinden bakıldığında yürekleri dağlayan bazı elim hadiseler zihinlerin bir köşesine kazıldı, kaldı. Gerek dış dünyada gerekse iç siyasetimizde hoşa giden-gitmeyen çok sayıda tartışma geride kaldı, kalacak.

2014’ün son akşam namazıydı. Namaz tesbihatı… Dağdar olan ciğerlerden yükselen buharın zihin tavanında cem ettiği katreler yavaş yavaş birikerek birtakım düşünceler olarak tezahür etti.
Her namazdan sonra çekilen tesbihin mübarek kelimelerindeki yüksek manaların günün beş vaktinde insana duyurmaya çalıştığı, bildirdiği şeyler vardı muhakkak. Sübhanallah, elhamdülillah, Allahuekber.

Bu kelimelerin ihtiva ettiği yüksek manaları hatıra getirince, her bir derde deva olacak iksirin birden nasıl canlandığı ve etrafı canlandırdığı hayreti mucip olmasa gerek. Yoksa neden her gün her gün ve neden günde beş defa?

Sübhanallah…
Beşer kirli… Karıştığı şeyleri de bulaştırıp kirletiyor. Basar ve basiretini kör eden bir ihtirasla başkasına hayat hakkı tanımayacak kadar bencillik sergilemesi bir tarafa, yaşanmaz hale getirdiği hayatın içinde kendisinin de olduğunun farkına bile varmıyor. İhtiraslı, kirli bakışıyla ahlar, dokunuşuyla feryad ü figanlar ayyuka çıkıyor.

Derken sağdan soldan fısıltı halinde başlayan konuşmalar giderek duyulur oluyor ve “Nerede adalet?” söylemleri, giderek haddini ve hududunu aşmaya yelteniyor.

Beşerin kendi eliyle kendi sonunu hazırladığı ve bazı zihinlere ilahî adaleti yanlış tefsir ettiği hengamda, sübhanallah imdada yetişiyor. Allah’ın “ayrıcalıklı” olarak yarattığı ve dünyalar ötesine ulaşacak kabiliyetlerle donattığı varlıkların, basit ihtiraslara kurban ettiği kabiliyetlerinin yan etkilerinden Allah’ın beri ve münezzeh olduğunu ilan ediyor. Allah’ın hayrı murat ettiğini (kâinat bütün güzelliğiyle bunun örnekleriyle doludur), ama tahrip merkezli olduğu için çabucak yeryüzünde fesadı yayan şerri insanın kendi iradesiyle seçtiğini, dolayısıyla onun fenalığından Allah’ın münezzeh olduğunu bildiriyor…

Elhamdülillah…
Her dönemde olduğu gibi, bu zamanda da istidadı tastamam bozulmamış olanlar var. Yine hayrı dillendiren, insanlığın hayrına gayret gösteren ve zulme “hayır” diyebilen istidatlar neşv ü nema buluyor. Zor zamanların kahramanları meydanlarda boy gösteriyor.

Hal böyleyken, süsleyerek medeniyet diye yutturdukları acuze-i şemtanın yüzündeki boyalar bir bir dökülmekle meymenetten hissesi olmayan ve çocuklar gece görse korkacak dehşetteki yüzleri ayan beyan ortaya çıkıyor. Şimdilik ses çıkartanlar az olabilir… Nedeni de bellidir. Uygun zaman ve zemini bekleyen tohum misali bekleyeduruyor. Nitekim zalimi ve zulmü kaydeden pek geniş bir hafızası vardır tarihin.

 

Diğer taraftan, şer gibi görünen pek çok hadisenin arkasında olduğu gibi, bu geçtiğimiz yılda da etrafı saran yangın felaketinde zarara uğrayanların ve nazarları bunaltan kahredici sisinde hayatlarını kaybedenlerin aslında manen kâra geçtiklerini ve kısa bir hayata bedel ebedi ferah bir hayatı kolayca kazandıklarını hatırlatıyor elhamdülillah ve ruhları “elhamdülillah” dedirtecek bir feraha gark ediyor. Asıl kazananların kimler olduğunu mütehayyirlere de gösteriyor.

Allahuekber…
Akıl almaz o kadar çok şey yaşandı ve yaşanıyor ki… Zihinlere durgunluk verdiren, ortasını bulmak için çabalayanlara göbek çatlatan ama yine de içinden çıkılmayan çok şey… Akıllılarca ayan beyan ortada görülen, ama aslını aslıyla Allah’ın bildiği ve vakti geldiğinde herkese bir vesileyle, bilvesile bildireceği hakikatler için de Allahuekber imdada yetişiyor ve gönle sürur tütsüleri serpiyor.
Allah en büyüktür. Haklı olanı en iyi bilen, hakkını ya bu dünyada ya da ahirette vererek hiçbir hakkı zayi etmeyecek olan O’dur. Kapalı kapılar ardında çevrilen oyunları da, sinelerde gizli olan zalim planları da açıktaymış gibi bilir.

Estağfirullah…
Hatadan ari değil insan. Fakat farkında olmadığı veya anlayamadığı ya da kavrayamadığı ve belki de nefsine mağlup düştüğü için yaptığı hatalarının telafi olabileceğini Rabbimizin Gâfir, Gaffar, Gafur, Settar, Tevvab, Vehhab, Afüv gibi pek çok isminden anlıyoruz.

Biz de Rabbimizin bu isimlerinden medet dileyerek her türlü kusur, hata, noksanlık, günah ve yanlışımız için estağfirullah diyoruz. Rabbimiz her türlü kusur ve hatalarımızdan dolayı bizleri affeylesin. Geçen yılımızı hayırlı bir şekilde geride kalan, yenisini de kat be kat hayırlarla dolacak olan bir yıl eylesin. Beşerin dünya ve ahiret saadeti üzerinde oynayan zalimler güruhuna da fırsat vermesin. Âmin.