12 Eylül 2011 Pazartesi

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (11)


Fıskiyeden fışkıran suların çıkardığı ses, rengârenk ışıklar altına kurulmuş masalar, masanın yanına kurulduğu masmavi havuz ve manzaranın güzelliği yorgunluklarının büyük bir kısmını almış gibiydi. Havuzun dibine yerleştirilmiş ışıklar suyu çok canlı kılmış, adeta havuzu büyük bir gece lambasına çevirmişti. Hafif esen rüzgâr yanlarındaki havuzun suyunu dalgalandırırken, üstlerine doğru eğilmiş ağacın yapraklarını raks ettiriyordu.

Oldukça lüks görünen bu restoranda hiç yoksa iki yüz kişi var diye tahminde bulundu Bilal. Hemen akabinde ise, akşam yemeğini böyle güzel bir yerde kim yemek istemez ki, diye geçirdi içinden.

Masaya konan atıştırmalıkları gördüğünde yorgunluğunu tamamen unutmuş, acıktığını hatırlamıştı. İlk olarak tadına baktığı şey çok hoşuna gidince adını sormuş ve “humus” olduğunu öğrenmişti. Ağırlıklı olarak nohut ve tahinden yapıldığını öğrendiği humustan ne nohut ne de tahin tadını alabilmişti. Tadını çok beğendiği humus her ne kadar sabah kahvaltısında Suriye yemekleriyle ilgili edindiği olumsuz izlenimi değiştirdiyse de, ne olur ne olmaz, bildiği yemeklerden istemeyi tercih etti ve karışık kebap istedi.

Yemekler gelinceye kadar enfes manzara eşliğinde yapılan sohbet ve akabinde yenen lezzetli bir akşam yemeği, az önceki kızgınlık ve kırgınlığı çoktan unutturmuştu. Herkes oldukça neşeliydi. Anlattıkları anekdotlarla birbirlerini biraz daha tanımaya başlamışlardı.

Lise öğrencisi olduğunu tahmin ettikleri garson, elindeki küçük, beyaz renkteki porselen demlikle yanlarında bitince herkes bildiği yabancı kelime hazinesini yoklamaya başlamıştı. Garsonun birkaç kez tekrar ettiği “Kurdî” ve “el-Luğati’l-Arabiyye” kelimelerinden sadece Arapça ve Kürtçe konuşabildiğini anlamışlardı.

Garsona herkes bildiği tek tük kelimeyle bir şey sorup, sonra da doğru söyleyip söylemediğini yanındaki arkadaşına tasdik ettirerek demlikte ne olduğunu öğrenmeye çalışırken, Bilal garsonla konuşmaya başlamıştı bile.

Herkesin şaşkınlığı arasında garsonun getirdiği şeyin mırra olduğunu, isteyenin bahşiş vererek içebileceğini söylemişti. İlk olarak Bilal tadına baktı ve “Urfa’dakini tercih ederim” diyerek birazdan deneyecek ve yüzünü ekşiteceklerin tercümanı olmuş oldu.

Beğenmedikleri mırra, sohbetlerinin tadını bozmamış, bilakis tadına tat katmıştı. Mırradan açılan sohbetle önce Şanlıurfa’ya, sonra Gaziantep’e ve oradan da İstanbul’a gitmiş, ama henüz oturdukları masaya dönmemişlerdi ki, artık yola çıkmanın iyi olacağını söyleyerek yanlarına yaklaşan rehber bu uzun yolculuklarını bitivermişti. Bu söz gerçekten yorgun olduklarını hatırlamalarına yetmiş de artmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder