8 Şubat 2012 Çarşamba

Aman, uhuvvetimiz sadeleşmesin!

Keşke Risale-i Nur sadeleştirilmeseydi. Keşke o, Kur’an hakikatleriyle bizi bağlayan eser külliyatının orijinaline dokunulmasaydı. O, Risale-i Nur’un kendine has üslubuna hiç müdahale edilmeseydi. Keşke...

Ama oldu... Yıllardan beri tartışılagelen sadeleştirme mevzuu yeniden gündeme geldi. Ama bu kez yapılsın mı yapılmasın mı olarak değil. Keşke yapılmasaydı olarak çıktı karşımıza. Ve bunun olacağı belliydi de... Ancak, beşer eliyle de gelse kader-i İlahî noktasından da bazı planların olduğunun hesaba katılması gerektiği kanaatindeyim. Bunu nazara almadan hareket edince, fayda sağlayayım derken zarar verme ihtimalimiz oldukça yüksek olur.

Sadeleştirenleri haklı bulmuyorum. Yayınlanan kitabın kapağında “sadeleştirilmiştir” ya da “Günümüz Türkçesiyle” vs. gibi bir ibare görememem bir talihsizlik oldu. Bu kapağı görenler bu külliyatı orijinal sanabilirler. Risale-i Nur’u hiç bilmeyenler bundan yola çıkarak yanlış izlenimlere katılabilirler. Kitabın içeriğiyle ilgili kapağına bilgi konsaydı ve sadeleştirenlerin isimleri yazılsaydı, sorun belli bir ölçüde çözülmüş olacaktı.

Lem’alar kitabının sadeleştirilmiş hali neşredildikten sonra bir haber sitesinde şöyle bir başlıkla yayınlanmıştı: “Bu kitap kavga çıkartır!” Yanımda bulunan bazı kardeşlerimle konuşurken “İşini kavgayla halledecek en son cemaattir bu cemaat” demiştim.

Ancak yazılanları, çizilenleri görünce çok tereddütte kalıyorum. Risalelerin sadeleştirilmemesini savunanların karşı görüşte olanlara hakk-ı hayat tanımayan yazıları okudukça içim cız ediyor. Bir hakikati ispat etmek (daha doğrusu kendi görüşünü karşı tarafa kabul ettirmek) için diğer görüş sahiplerinin bütün güzelliklerini hak ile yeksan etmek çok insaflı bir davranış olmasa gerek. Yılların yazarlarında bile bu üsluba şahitlik ettim maalesef. Genel olarak yazılar gayet güzel başlıyor, kendi fikrini sıralayıp izahta bulunuluyor; ama sonlara doğru üslup gittikçe sertleşiyor.

Bu hususu ben ağabeyler imzasıyla neşredilen dokuz maddelik bildirgede de hissettim. Başta Risalelerin neden sadeleştirilmemesi konusu maddeler halinde gayet güzel bir şekilde ele alınmış. Ve her insaf sahibi de burada yazılanlara hak vermiştir kanaatimce.

Ancak, sekizinci maddeye gelindiğinde durum biraz değişmiş. Hücumat-ı Sitte Risalesi’nden eklenen paragrafın (burada biraz haddimi aşarak söylüyorum) konuyla ilgisi olmadığını düşünüyorum. Tahminime göre bunu bu maddeye eklerken paragrafın sonundaki “... Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın” ibaresine vurgu yapılmak istenmiş. Ancak Bediüzzaman’ın burada uyardığı husus, Üstad Hazretleri’ne karşı bir kıskançlık damarının bulunması...

Dokuzuncu maddede üslup daha da değişmiş:

“Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler.”

Burada da bu işten vaz geçmeleri isteniyor ancak kullanılan tövbe etme ibaresi bana çok ağır geldi. Keşke hiç eklenmeseydi.

Bazı ağabeylerimiz İncil’i örnek göstererek Risalelerin tahrif edilebileceği örneğini verdiler. Bu zamanda Risalelerin bu şekilde tahrif edilebileceğine hiç ihtimal vermediğimi belirtmek isterim. Risalelerin orijinalleri meydandadır. Herkesin cep telefonlarına varıncaya kadar muhafaza edilmiş hali mevcuttur.

Risaleler tahrif olmaz, inşaallah. Ancak benim asıl endişe duyduğum husus uhuvvetin tahfif olması... Kardeşliğin yara alması... Kardeşlerin birbirine ağır ithamlarda bulunmaya başlaması... Kendi iddiasını kuvvetlendirmek için kardeşine hakk-ı hayat tanımaması... Ve bütün bunların zararının dönüp dolaşıp Risalelere dayanması...

Bazı ağabeyler kendilerini o kadar kaptırmışlar ki siz-biz diye ayırmaya başlamışlar bizi. Onların samimiyetinden hiçbir şüphem yok. Ama mevzuya “Sadece ben haklıyım” nazarıyla yaklaşılınca bilinçaltına iki ayrı taraf mesajı gönderiliyor. Bu biraz daha ilerleyince, yarın gerçekten de “siz-biz” diye bölünmek hiç de kaçınılmaz değil. Dünün muhabbet fedaileri, bugün siz diye kardeşiyle konuşuyorsa, yarın kimbilir neler söylenir?

Muhterem ağabeyim Cezmi Huyut, dün okuduğum “Biz hatasız mıyız?” başlıklı yazısında, Van depremine atıfta bulunarak “Yıkılan evleri binaları yenilersiniz, daha iyisini yaparsınız, fakat kırılan kalpleri tamir etmek zordur, kalpleri yapabiliyor musunuz, muhabbet kuleleri inşa edebiliyor musunuz?” diye sormuş haklı olarak. Şimdi bunu sadeleştirme konusu gündeme geldiğinden beri yapılan tartışmaları nazara alarak okuyup, sonrasında da yine Cezmi Ağabey’in şu cümlelerine nazar edelim: “Asıl hüner böyle fena zamanlarda kardeşlerine merdane ve fedakarane vaziyetleri takınmaktır. Yoksa kırk yıllık hukuklar kırk paralık şeylere feda ediliyorsa asıl ağlanacak hazin tablo budur. Dostu ağyar etmek hüner değil. Düşmanı dost edebiliyor musun?”

Allah razı olsun muhterem ağabeyim. Ne güzel söylemişsin. Rabbim maddi depremleri bir daha vermesin inşaallah. Ama manevi depremler hükmünde olan kardeşler arası husumeti hiç vermesin diye de duama ekliyorum.

Biz Risalelerin değiştirilmesini istemiyoruz. Ama bunu nazara alırken kendi şahsımızın değişip değişmediğini de hesaba katmalıyız. Risaleler hak ettiği saygıyı yine görecek ve Allah’ın izniyle bu çark durmamak üzere kıyamete kadar devam edecektir. Buna, Allah müsaade etmeden, kimsenin dur demeye gücü yetmez. Ancak biz ne âlemdeyiz? Kur’an hakikatlerinin bir tercümanı olan Risalelerin oluşturduğu şahsiyet-i maneviyeye ne ölçüde uygun hareket edebiliyoruz? Müspet hareket ölçülerine ne kadar uygunluk gösterebiliyoruz? Hakikat incinmesin ve bu hakikatler herkese ulaşsın diye her türlü siyasî düşüncenin, fikrî ayrılığın üzerinden konuşan Bediüzzaman Hazretleri’ne hangi seviyede talebe olabiliyoruz?

Sadeleştirme mevzuu yıllardır gündemi meşgul ediyordu. Ve adeta “ben geliyorum” diyordu. Olay meydana geldikten sonra karşı çıkmaktansa, keşke önceden tedbirler alınabilseydi. Bugünden sonra yapılan bütün tartışmalar, berrak bir camda kalan lekeler olmaktan öteye geçmeyecek gibi görünüyor. Çoğu yapıcılıktan çok kırıcılığa adapte olmuş görünüyor. Kimse önceki fikrini bırakıp sizin yazınızda iddia ettiğiniz şeyi hemen benimsemez zira.

Bu zamanda insanların fikrini değiştirmek hiç kolay değil. Kimse karşı görüşlü birisinin bir yazısını okuyarak hemen fikrini değiştirmez, değiştiremez. (İstisnaları olabilir. Ve ben karşı görüşlü yazıları okuyarak fikir değiştiren kaç kişi var, cidden merak ediyorum.) Hal böyleyken fikrî baskı yapmadan, sadece kendi görüşünü belirtmek ve bunu destekleyen delillerini serdetmek en doğru yaklaşım olacaktır diye düşünüyorum.

Ben daha âlem-i şehadette yokken yapılan ve sonrasında bazılarına şahitlik ettiğim tartışmalar gibi bu tartışma da yarın dinecek, bitecek. Ama zihinlerde kalanlar silinmeyecek. Uhuvvet esasları üzerine konuşabilmek, “Sadece benim bildiğim doğrudur” tarzındaki söylemlerden kaçınarak “En doğru benimdir” düşüncesiyle ve müspet ifadelerle hakikatin anlaşılmasına katkı sağlayabileceksek ne ala! Eğer aksini yaptıysam... Sükût!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder