27 Eylül 2016 Salı

Çocukları neden okula alıştıramadık bir türlü?

Okullar açılalı çok olmadı ama okul sendromu toplumun büyük bir kesiminin üzerine büyük bir kâbus gibi çöküverdi. Anne baba için sıkıntılı bir süreç olduğu muhakkak ama asıl baskı altında olanlar, çocukların kendisi.

Olayın aslına baktığınız zaman, okulda onları zora sokacak ciddi bir sıkıntı yok. En azından bundan yirmi, otuz yıl öncesine kıyasla daha iyi durumdalar; daha sosyaller, daha iyi davranan öğretmenlere sahipler, daha çok söz sahibi oldular... Ama yine de çocuklar okulu bir türlü sevemediler. Çok bayılsınlar demiyorum ama ayak sürüyerek gidiyorlar. Hatta kimisi hiç gitmek istemiyor. Bunun örneklerine rastlamak neredeyse sıradan oldu. Mesela bu sabah...

Çocuk okulun bahçesinin kapısının önünde hüngür hüngür ağlıyor, “Gitmek istemiyorum” diyor ama annesi ısrarla gitmesi gerektiğini söylüyor. Çocuk daha fazla ağlayınca, annesi kolundan tutup okulun bahçesinden içeri sürüklüyor. Velilerin girmesi yasak olduğu için kendisi giremiyor, oradan içeri sokunca iş bitecek gibi geri dönüyor. Ama çocuk ağlamaya devam ediyor. Kapıdaki görevli ona müsaade ederek sınıfına kadar götürebileceğini söylüyor. Kadın çocuğu adeta sürükleyerek okula, sınıfına götürüyor...

Okula yeni başlayan çocuklarda bir korku, bir tedirginlik olabilir, o normaldir. Ama bu çocuk en az iki ya da üçüncü sınıf öğrencisiydi.

O çocuğunun neden bu kadar aşırı tepki verdiğini bilemiyorum ama itiraz etmeden giden çocukların önemli bir kısmının da ruh hali ondan farklı değil. Hal böyle olunca orada geçirilen vakit, onun için zaman kaybı olmaktan öteye geçmiyor. Dokuz ay gibi yılın önemli bir sezonu olduğunu düşününce ve bunun da en az on iki yıl süreceğini hesaba katınca ortaya muazzam bir zaman çıkıyor. Peki çok zaman harcanması, çocuğun daha çok şey öğreneceği anlamına gelmiyor mu?

Bence gelmiyor. Üstelik bunun bir de üniversitesi var. Hiç ara vermeden, takılmadan devam edebilen en erken on altı yıl zaman ayırmak durumunda. Peki on altı yılın sonunda ne vaat ediliyor öğrencilere? Neyse, bu ayrı bir mesele...

Yakınlarda bir video izlemiştim. Amerika’nın eğitim sisteminin dünya çapında 29. sıraya gerilediğini öğrenen meraklı bir muhabir, eğitimde birincilik ödülü alan Finlandiya’ya gidiyor ve oradaki eğitimcilerle görüşüyordu. Yaptığı görüşmelerden anlıyordu ki, işin sırrı ödev vermemekte ve teneffüs vakitlerini uzun tutmakta yatıyor. Okul müdürü Leena Liusvaara da “Beyninizin arada sırada dinlenmesi gerekir” diyordu. “Sürekli olarak ve sadece çalışır, çalışır, çalışırsa artık öğrenmez olursunuz” diye de ekliyordu. Ve yine o videodan öğrendiğimize göre Finlandiya’nın eğitim süresi, Batı standartlarına göre en kısa gün ve yıl olma özelliğine sahipmiş. Demek ki çok zamanda ve çok ödevde değilmiş başarının sırrı. (Türkiye’mizi nüfusu altı milyonu bulmayan bir ülkeyle kıyaslamak belki doğru olmaz ama nüfusu 320 milyon civarındaki Amerika bu başarıyı merak edip araştırma ihtiyacı hissedebiliyorsa bunu dikkate almak gerek.)

Ebeveynler için sıkıntı teşkil eden en önemli hususlardan biri, hiç şüphesiz ödevler... Yıllardır dile getirildiği halde bu ödev meselesi bir türlü çözülemedi. Henüz ikinci haftada olmamıza rağmen proje ödevleri gelmeye başladı. Ortaokul, lise için her neyse diyeceğiz ama ilkokulun ilk sınıfındaki öğrencilerin proje ödevlerini yapamayacağı muhakkak. Milli Eğitim de çok iyi biliyor bunu. Ama bazı yetkililerin “Biz bu ödevi onlara vermiyoruz ki” demeleri adamda bozulacak asap falan bırakmıyor. Gerekçeleri de “Veli-öğrenci kaynaşmasını sağlamak” imiş. Ama maalesef bunlar olumlu manada bir kaynaşmadan çok velilerin hazırladığı ödevler oluyor. O yaştaki çocukların seviyelerinin üstünde olması da ayrı bir sıkıntı konusu.

Buna dair bir şeylerin yapılması gerekiyor. Hem de bir an önce... Belki de işe ödevlerden başlanabilir. Sırf bunun için bile öğrencilerin bayram edecekleri muhakkak. Bunun için de ders süreleri ve derslerdeki bilgi yoğunluğu yeniden gündeme alınabilir.
Daha mutlu bir gelecek için mutlu çocuklara ihtiyacımız var...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder