28 Ocak 2012 Cumartesi

Öğretim mi, eğitim mi?

Bir defasında Bağcılar’a gitmek üzere Zeytinburnu’ndan tramvaya bindim. Yolculuk güzel başlamıştı. Çünkü oturacak bir yer bulmuş ve yanıma aldığım notları okumaya başlamıştım. Hatta birkaç da not alabilmiştim. Ama Kale Center’da bir grup lise öğrencisi tramvaya binince, durum değişti. Önce konsantrem, sonra da sinirlerim alt üst oldu.

O kadar gürültülü konuşuyorlardı ki, okuduğum her paragrafı birkaç kez okumak zorunda kalıyordum. Ama yine de anlamıyordum. Bir de her cümle sonunda patlattıkları kahkaha...

Neyse ki iki durak sonra indiler de hem ben rahatladım ve hem de bütün tramvay derin bir oh çekti.

Halbuki tramvaydaki en okullu kişilerdi onlar. Sürekli küçüklerinin korunup büyüklerinin sayılması gerektiği telkin edilenler... Bilgileri en taze olanlar...

Hal böyle olunca akla şu soru geliyor:
Yıllar süren bir okul süreci yeterli gelmiyorsa başka nasıl yapılabilir, insanlara adab-ı muaşeret nasıl öğretilebilir?

Bana kalırsa insan vicdanını harekete geçirmeden bunu başarmak çok zor...

27 Ocak 2012 Cuma

İnsan neden yazar?

Aman Allah’ım! Yazacak ne çok şey var.

Her gün kafamda birkaç konu dönüp duruyor. Daha bir tanesini yazamadan başka biri zihnimin bir yerinde alarma geçiyor. Bazen aninden yanıveren bir ışık; bazen uzaktan uzağa fark ettiğim, ama tam toparlayamadığım için şimdilik sadece bir imlik attığım; bazen de artık yazılabilirlik kıvamına geldiğini hissettiğim konular olarak üç grupta toplayabilirim herhalde.



İnsan beyni çok acaip yaratılmış... Hiç beklenmedik yerlerden hiç hatıra gelmeyecek bağlantılar kurabiliyor. Örneğin akşam iş çıkışı eve giderken yolda gördükleri bile hayalini türlü türlü diyarlarda gezdirebiliyor. Bir çocuğum masumiyeti, arkadaşına bir şeyler anlatan bir delikanlının heyecanı ya da eşinin azıcık önünden yürüyen yaşlı bir amcanın bu hali, insanlığın farklı dönemlerinde gezmesi için ona yetiyor da artıyor bile. Hayalinde kimbilir neler canlanıyor o an. Her üçü de üzerinde ayrı ayrı durulması gereken, ayrı ayrı incelenmesi gereken konularmış gibi beliriyor o insanın gözünde.



Peki bunları kaleme alması, belki büyük mazi arşivine girip de üzeri tozlanmış bir hatırasını çıkarıp insanlarla paylaşmasının kendisine bir faydası olacak mı?

Ya da bunları yazarak rahatlamış mı olacak? Belki de yazmanın arkasında yatan asıl neden budur. Tıpkı içinde biriktirdiklerini bir arkadaşına anlatarak rahatlamak gibi...

Neden olmasın ki? Gerçekten sanala doğru kayan ve gittikçe büyüyen bir eğimin, bir rampanın eşiğindeyiz şu sıralar. Belki de ortasındayız. Ve bu eğim gittikçe de artacağa benziyor. Kimbilir, belki de, tıpkı bir zamanlar sadece televizyon ekranlarında gördüğü bir maymunu yıllar sonra bir hayvanat bahçesinde görüp de heyecanlanmak ve daha sonra sanki büyük bir iş yapmış gibi gelip göğsünü kabarta kabarta arkadaşlarına anlatmak gibi, yıllar önce gördüğümüz bir tarladaki buğday başaklarını, bir bahçedeki domates fidesini birbirimize büyük bir kabiliyetmiş gibi anlatacağız. Sanal ortamda... Sanal arkadaşlara... Gerçekte olup da bizim için sanal olan arkadaşlara...

Sanki bu, sanal ortam sosyalliği gibi bir şey. Sanal sosyallik...



İnsanlar birikimlerini birbirilerine anlatarak hem rahatlıyorlar, hem arkadaş çevrelerini genişletiyorlar, hem de yaşama sevinçlerini zinde tutmaya çalışıyorlar. Belki de...

Yazmanın bu yönünün ya da bu faydasının olduğu muhakkak, yani insan yazdıkça rahatlar. Ama sadece buna indirgenemeyeceği de bir gerçek. Bana kalırsa yazmanın en önemli faydalarından biri de insanların birikimlerini, heyecanlarını, sevinçlerini birbirleriyle paylaşmasını sağlayan bir araç olması... Yani yazıyla tecrübeler paylaşılıyor...

Bundan da çıkan sonuç sanki şu oluyor gibi:

Aslında yazmak, hayata not tutmak, fihriste yapmaktır. Hayatı düzene sokmak için güne, haftaya, yıla ya da ömre dair planlar yapmaktır. Yazmak, daha verimli yaşamaktır.



Allah’ım! Ben ne yazmak için başlamıştım bu yazıya, ama nereye geldim... Belki de yazmayı düşündüğüm şeyi başka bir yazı konusu yapmalıyım. Bunu da kendimle konuşuyormuşum gibi araya bir es olarak koymuş olayım.



Şimdi bu koşuşturmaca dünyasında azıcık soluklanmak için kenarda gözüme ilişen bir banka oturunca, belki bu sayede ne kadar yol kat ettiğimi anlamak için başımı çevirip geldiğim istikamete bakınca, hangi noktada olduğumu anlamaya çalışmak için yazdıklarıma ve elbette okuduklarıma bakmalıyım. Onlar bana çok şey anlatacaktır.



Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabilir miyim? Yazmak, daha düzenli yaşamak için düşüncelerin disipline edilmesidir.

Şimdi düşünüyorum da, acaba ilk cümleyi yanlış mı kurdum? Şöyle mi demeliydim:

Aman Allah’ım! Yaşayacak ne çok şey var.

Bu da ayrı bir yazı konusu gibi...


Bir ayetten kalbe doğanlar

Bugün cuma namazında imamımız Hucurat suresinin dokuz ve onuncu ayet-i kerimelerini okudu. Bu ayet-i kerimeler bende bazı çağrışımlar yaptı. Şöyle ki:

Hz. Ömer bin Abdülaziz konusunda çalışmalar yaparken onun biraz öncesinden, Emevilerin başlangıcından, hatta başlangıç teşkil eden hadiselerden itibaren konuya giriş yapmıştım. Hz. Osman’ın şehit edilmesi, sonrasında Hz. Ali döneminde bazı üzücü hadiselerin vuku bulması, akabinde Hz. Hasan’ın muazzam feragati (ve şehadeti) ve Hz. Hüseyin’in şehadeti... Bu mevzular ile hemhal iken Hucurat suresini okudum. Özellikle dokuzuncu ayete gelince, sanki şu üç dönemi haber veriyor gibi hissettim. Ayetin mealini üçe bölerek aktarıyorum:

1. Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin.
2. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın.
3. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.

Ayetin birinci bölümü, sanki Hz. Hasan’ın feragatine çok uygun düşüyor. Çünkü 6 aylık halifeliğinin ardından, kendisine biat etmeyen Şam Valisi Hz. Muaviye’nin topladığı orduyla karşı karşıya geldikleri ve Müslümanların birbirine kılıç çektikleri bir zamanda, savaşı durdurmak için halifelikten çekileceğini ilan ediyordu Hz. Hasan. Halifeliği Hz. Muaviye’ye bırakarak feragatte bulunuyordu. Ve böylelikle savaş sona eriyordu. Yani Hz. Hasan bu tavrıyla, müminlerden savaş eşiğine gelmiş iki grubun aralarını düzeltiyordu. Bununla aynı zamanda Allah Resulü aleyhissalatu vesselamın verdiği bir haber de gerçekleşmiş oluyordu: “Şu benim oğlum Hasan, seyyiddir. Allah onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunu ba­rış­tı­ra­caktır.”

Hz. Hasan’ın halifeliği devrederken Hz. Muaviye’den aldığı birkaç söz vardı. Bunlardan bir tanesi, kendi halifeliğinin ardından hilafeti tekrar Ehl-i Beyt’e devretmesiydi. Ve Hz. Muaviye de bunu kabul etmişti. Ancak vefatına doğru oğlu Yezid için biat almaya başlayınca Hz. Hüseyin bunu kabullenemedi. Allah adına yaptığı yemini bozarak haddi aşanlarla mücadele yolunu tercih etti. Yezid’in biat çağrılarını arttırması, şiddete varan yöntemlerle onu yıldırmaya çalışması karşısında boyun eğmedi. Ta şehadet mertebesine çıktı.

Hz. Hüseyin’in şehadetinin ardından kardeş kavgaları son bulmadığı gibi, bilakis giderek arttı. Ömer bin Abdülaziz halife seçilinceye kadar bu iç niza devam etti. Ömer bin Abdülaziz hem dâhilde hem de hariçte savaşları olabildiğince azalttı. Hilafet sisteminin özüne Kur’an hakikatlerini yerleştirdi. Adalete o kadar önem verdi ki, “Kimin devlette bir hakkı varsa gelip alsın” dedi ve Mezalim meclisini kurdurarak devletle halk arasında muazzam bir adalet örneği sergiledi. Adalette o kadar hassastı ki, İkinci Ömer diye anıldı. İslam âleminin kanayan bir yarası olan kardeş kavgalarını sonlandırmak için verdiği muazzam mücadelenin önemi çok büyüktür. Allah ondan ve onun gibi hakkı esas alıp Hakk’a hizmet eden din kahramanlarından ebeden razı olsun ve bizleri onların şefaatine mazhar eylesin.

Bu ayet-i kerimenin bende yaptığı bir çağrışımdı bu. Allahu a’lem; en doğrusunu Allah bilir.


26 Ocak 2012 Perşembe

IPhone'un kehaneti

 IPhone'a göre 64 yaşındaki görünüşüm böyle olacakmış.


Ve yine IPhone'a göre aynı sene ölecekmişim. Bu da öldüğüm zamanki görünüşüm... Çok huzurlu görünüyorum. (Buraya Çalıkuşu'nun fon müziği iyi giderdi aslında.)


23 Ocak 2012 Pazartesi

İslam Tarihinde üç önemli hadise

Bedüzzaman Hazretleri, özellikle On Beşinci Mektup’ta ve Emirdağ Lahikası’nda Peygamber Efendimizin vefatından sonra vuku bulan üç önemli ve üzücü olayı izah ederken üç önemli tespitte bulunur.

Birincisi: Hz. Ali ile Hz. Aişe ve diğer sahabiler arasında vuku bulan Cemel Vakıasının aslında bir “içtihat” meselesi olduğunu söyler. Amaçları bir hakikatin ortaya çıkması olduğu için, bu eylemden dolayı her iki tarafın da sevap kazandığını ve dolayısı ile her iki tarafın da ehl-i cennet olduğunu vurgular.

İkincisi: Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında cereyan eden Sıffin’in ise hilafet-saltanat mücadelesi olduğunu belirtir.

Üçüncüsü: Hz. Hasan ve Hüseyin’le Emevîler arasında vuku bulan hadiselerin ise din-milliyet mücadelesi olduğunu belirtir.

Bu konuların ana başlıklarını bu şekilde tespit eden Bediüzzaman’ın, özellikle ilk maddeyi izah ettikten sonra şu kritik uyarıyı yapması bence çok mühim:
“Tarihin gösterdiği sair esbab ise hakiki esbab değillerdir, bahanelerdir.”

Gerçekten de tarih kitapları okunduğu zaman insanın karşısına o kadar farklı anlatımlar çıkıyor ki, insan ister istemez bir tarafa meyledip diğer tarafı zemmedebiliyor. Oysa söz konusu sahabiler olduğu için daha hassas ve dikkatli yaklaşmak icap ediyor Bu bağlamda Bediüzzaman’ın ifadeleri önemlidir. Ve bu tarz hadisleri değerlendirirken yaklaşım tarzımızın nasıl olacağı hakkında bize sağlam bir bakış açısı sunmaktadır.

19 Ocak 2012 Perşembe

13 Ocak 2012 Cuma

Yaşamak Ne Güzel


Sübhanallah!
Burada yaşamak ne güzel!
Yemyeşil bir yer ki dünya kadar geniş.
Masmavi ve tertemiz gök de kin ve nefretten arınmış büyük bir kalbe benziyor.
Tertemiz gökyüzünde sadece bulut var. O bulut iyilik, rahmet ve gelecek bir yağmur taşıyor.
Tohumları ve zerreleri yaratan, kuru çekirdeğe hayat veren ve ona müthiş bir kudreti veren Allah’a, yeryüzünü süsleyen kayalar bile huşu içinde tesbih ve hamd ediyor.
O küçücük tohum sanki mümine diyor ki:

Korkma!
Şayet, sen gerçekten iyi bir müminsen,
Allah, senin imanına kuvvet verecektir!

(Ömer bin Abdülaziz'in ilk görev yeri olan Hunasıra'ya giderken yolda okuduğu şiir. Ömer bin Abdülaziz, s. 55.)

6 Ocak 2012 Cuma

Sen ne muammasın öyle!

Şu an beni dinlediğinden eminim. Senin hakkında bir çift kelam edeceğim, iyi dinle.

Sen çok zalimsin!
Şu dünyada, canavarları bile geride bırakacak caniliklerin altında hep senin imzan var. Başkasına hakk-ı hayat tanımayan, kendini hep olduğundan daha büyük gören ve gösteren, kendini beğenmişin tekisin.Kendinden başkasına yaşam hakkı tanımayarak büyük zulümler ettin.

Hem çok cahilsin!
Öyle ki, dağların ve göklerin, hatta dağ ve gök ehlinin almaya cesaret edemediği bir şeyi kabul edecek kadar, bu kabulle nasıl bir sorumluluğun altına gireceğini bilemeyecek kadar cahil.

Evet, sana bazı özellikler verilmiş... Ama unuttuğun birkaç nokta var ki,önce onları sana hatırlatmalıyım:

Öncelikle, “benim” dediğin şey, aslında sana Allah tarafından emanet edilmiştir. Şayet sana sorsalar itiraz edersin, “Bunu bana verirken kimse sormadı” dersin. Ama bugün birisi o emanete el uzatsa, kıyameti koparırsın. Demek ki kabul etmişsin. Hatta çok da iyi benimsemişsin.

Hem ayrıca, hep “ben, ben” diye övünüyorsun ama aslıda “sen” diye bir şey de yok. Hadi sana var desek bile, en fazla bir gölgeden ibaret olabilirsin. Ama insanlara fayda verip onları ferahlandıracağına, onların önüne geçip gölge ediyorsun, görüş menzillerini kapatıyorsun. Böylelikle o var gibi görünen sen, faydalı olacağın yerde zarar veriyorsun.

Sen bir muammasın. Daha kendini tam olarak bilmiyorsun! Kendini bilmediğin için hata ediyorsun ve kendini bir şey sanıyorsun. Oysa kendini bilen Rabbini bilir ve felaha erer. Eğer bunu yapabilirsen, o zaman hayra hizmet edebilirsin. Eğer gerçekten kendini bilebilirsen, kâinatın hazine kapılarını açacak bir anahtar kadar kıymetli olursun. O zaman tıpkı toprak gibi, senin de üstünde Allah’ın isimlerinin rengârenk yansımaları görülmeye başlar.

İşte, asıl mesele burada yatar. Sen cahillik edip kendini bilmeyince ve haddini aşıp zulmedince insanın başına bela oluyorsun. İnsanlığın yarınını karanlıklara boyuyorsun.
Ama kim olduğunu öğrenince ve dünyaya gönderiliş amacını fark edince birden kıymet kazanıyorsun. İnsanı da kıymetlendiriyorsun.

Çünkü senin mahiyetin bilinince insanın mahiyeti parlar. Çünkü böylelikle insan, âlemdeki Allah’ın isimlerini senin dürbününle yakalar. Çünkü böylece insan, daha bir şevkle vazifesini yapar.

Evet, şayet sen bilinebilirsen, o zaman ben bilinebilirim. Ben bilinirsem, Rabbimi bilebilirim.

Sen ene’sin. Yani, ben. Ben’de saklı olan sırlı bir âlem.
Bahtiyardır elbet seni anlayabilen; ene’sine binip âlemleri temaşa eyleyebilen.