31 Aralık 2011 Cumartesi

Geldi geçti ömrüm benim




   Geldi geçti ömrüm benim,
   Şu yel esip geçmiş gibi.
   Hele bana şöyle gelir
   Şu göz açıp yitmiş gibi.

   İşbu söze Hak tanıktır,
   Bu can gövdeye konuktur.
   Bir gün çıkıp da gidecek,
   Kafesten kuş uçmuş gibi.

   Miskin âdemoğlanını,
   Benzetmişler ekinciye.
   Kimi biter, kimi yiter,
   Yere tohum saçmış gibi.

   Bu dünyada bir nesneye,
   Yanar içim, göynür özüm.
   Yiğit iken ölenlere,
   Gök ekini biçmiş gibi.

   Bir hastaya vardın ise,
   Bir içim su verdin ise,
   Yarın anda sana gele,
   Hak şarabın içmiş gibi.

   Bir miskini gördün ise,
   Bir eskice verdin ise,
   Yarın anda karşı gele,
   Hulle donun biçmiş gibi.

   Yunus Emre bu dünyada,
   İki kişi kalır derler.
   Meğer Hızır, İlyas ola
   Âb-ı Hayat içmiş gibi.


Teşekkürler http://www.sufist.com



Bir yaprak kaldı

Bir yaprak kaldı, son bir takvim yaprağı daha... Sonrasında açılacak yepyeni bir sayfa...
Zaman şeridine asılan koca bir yıl, ömür defterimizdeki bir sayfa daha kalacak geride. Tarihe kaydolup, tarih olacak bir yıl daha.

Çok tanıdık bir gün daha yaşıyoruz...
Pek çok benzerine tanıklık ettiğimiz bir gün... Sayılı saatler ardından son bulacak bir gün. Koca bir yılı, kimisine göre bereketli, kimisine göreyse kayıp olarak bitirecek, koca iki yıl arasına sıkışmış küçücük bir gün.

Şimdi dönüp de arkaya bakınca... Ne büyük bir yıldı?
Gün geçmiyordu ki, yeni bir gündemle uyanmayalım; hararetli tartışmalarla o akşama varmayalım. Ama oysa gün geçiyordu ki, bakıyorduk yepyeni bir gündem. Dünkü hararetli konu, tarih oluveriyordu aniden.

Ne zor bir yıldı Allah’ım! Gün geldi, büyük bir patlamayla gözlerimizi açtık güne. Günün, ardından 17 can bırakarak akşama koşması canımızı çok yaktı. Gözümüzü yıldırdı gün. Karanlığın sinesinde huzur arar olduk. Ama gel gör ki ne umduk da ne bulduk. Karanlığın çukuruna girer girmez gün ışığına hasret, 24 canımızdan olduk.


Ne çok canımız yandı!
Ne çok savrulduk! Bir sarsıntıyla yüreğimiz lime lime oldu. Tam toparlanıp yek yürek olacaktık ki kendi uçaklarımızla umudumuza bomba vurduk. Tam 35 defa sağa sola savrulduk.

Renk, ırk konusunda ne çok kavga ettik! Kimsenin kendi elinde olmayan, seçim hakkı bulunmayan, tamamen iradesi dışında gerçekleşip Allah’ın dilemesine bağlı olan milliyet konusunu ne çok doladık dilimize! Başka bir milliyetten olduğunu yıllardır bildiğimiz kapı komşumuza yan gözle bakar olduk bir anda. Soğuk tartışmaların kurbanı ettik yılların sıcak dostluğunu. Ne çabuk unuttuk aslında aynı anne babadan olduğumuzu; farklılığın Allah’tan bir ihsan olduğunu.

Sayılı günler çabuk geçer demişlerdi. Öyle de oldu. Hiç bitmeyecek sandığımız günler bile tükendi bir bir. Kaldı geriye sadece bir. Ve biz bir kez daha anladık ki, bin yıl da yaşasak sonu bir.

Sanki bir ömür sona erdi.
Herkesin bu dünyada bir ömrü var. Kimisinin bir günü daha var. Kimisinin daha az... Ne kadar olursa olsun, aslında ömür denen şey çok az. Bu senenin başındayken hiç bitmeyecek gibi sandığımız yıl, bitti işte bir çırpıda. Yıllar çabucak geçer, ister yüz yıl da olsa. Sayılı yıllar ne de olsa...

Bir yola düşmüşüz, pek çok ayrımları var. Bazen pus kaplar da önümüz flulaşır. Kimi yolunu şaşırır, doğrusundayım sanır. Kimi bariz yanlıştır, ama illa “doğru” der. Hangisi olursa olsun, her yolun sonu bellidir. Esas olan, sonlu olan bu yolculuğun sonunu bir sonsuza bağlamaktır. İşte budur aşikâr.

Her hal ü tavrı şahittir ki bu insan sıradan değil. Ömür denen dakikalar, birkaç lokma ya da birkaç bina için değil. Nasıl yaşarsa yaşasın, sonunda bir hesap verecek ki öyle böyle değil. Her hal ü hareketi kaydedilir. Elbette bütün bu kayıtlar boşu boşuna değil. Gün gelir ki her saniyenin hesabı bir bir verilir...

Vakit geldi, artık hesap zamanı. Bir yılın muhasebesinin kontrol zamanı. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” buyruğu ekseninde hesabı gözden geçirme zamanı. Ve “Nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” hakikatini düstur yapma zamanı.

Bir yaprak kaldı, son bir takvim yaprağı daha... Sonrasında açılacak yepyeni bir sayfa...
Güzel başlayabilmek ve insanlığa yakışır güzelliklerle güzelleşmesini görebilmek duasıyla...

23 Aralık 2011 Cuma

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (Son)


Gaziantep’ten bindiği otobüs İstanbul’a gitmek üzere hareket ettiğinde, ziyaret ettiği yerler ve kişiler hakkında yazdığı notları okumaya başlamıştı. Halid bin Velid hakkında aldığı notları okurken gözleri kısılmış ve ibretle o zamanları düşünmeye başlamıştı. Şam’da ziyaret ettiği yerler hakkındaki notlarını henüz açmıştı ki, yorgunluk sinyalleri vermeye başlayan göz kapakları, artık söz dinlemez olmuştu.

Az sonra girdiği rüya âleminde kendisini karanlık bir vadide buldu...

SON

21 Aralık 2011 Çarşamba

Cairokee ft Aida El Ayouby Ya El Medan



Hey you, the square
Why have you been so very rare?
In you we sang in you we frayed
We fought our fears then we prayed
We stay united nights and day
There's no immpossible in our way
The voice of freedom is uniting
how thatour life is worth fighting
No turning back, our voice is loud
The right to dream, no more a shroud

Hey you, The square
Why have you been so very rare?
You crumbled walls and bought the light
Uniting people against their plight
We were born again, it would seem
but with us now a tenacious drea,
We disgrace, with pure intentions
despite the presence of distortions
Let's save our nation and our children
never forget the youth who've fallen

Hey you, The square
Why have you been so very rare?
With u we felt and we began
No longer distant, no longer banned
With these 2 hands, we changed our life
You showed the way, now its our strife
Sometimes i fear you'll fade away
if we desert you, the dream will stray
if once again we lose our history
we'll talk about like a mystery

Hey you, The square
Why have you been so very rare?
A square of people, from every wave
Some Indifferent, some are brave
Some who love and some who ride
Some lost for words and some who cried
We gathered and sip our tea
Now that we know how to be free
you forced the world to hear your voice
and disprate neighbours unite by choice

Hey you, The square
Why have you been so very rare?
The dream we have derives our power
To stay united in our tower
A square that speaks the truth
and shuns injustice against our youth

A square just like a wave
Some are risking, some are save
Those outside say
It's just phase
but all our deeds in our ways

Hey you, The square
Why have you been so very rare?

19 Aralık 2011 Pazartesi

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (25)


Gümrükteki arka arkaya dalgalanan iki ülkenin bayrakları göründüğünde herkes fotoğraf makinesini kılıfından çıkardı. Az sonra yaşanacaklardan habersiz olarak bu anı ve manzarayı en güzel açılardan yakalamaya çalıştılar. Birkaç şipşak sesinden sonra gümrüğe varmışlardı.

İlk olarak Suriye gümrüğüne girdiler. Pasaport kontrol işlemleri biraz zaman alacağı için temiz hava almak isteyenler otobüsten indiler. Bilal de inenler arasındaydı. Rehberlerinin yanlarına aldığı pasaportlarla içeri girmesinin üzerinden birkaç dakika geçmemişti ki Bilal gözlerine inanamadı. Suriye sokaklarında karşılaştığı Muhammed Bey, aynı kıyafetleriyle gişe kapısında duruyordu. Kısa bir şaşkınlığın ardından ona doğru yürüdü ve Bilal’i gördüğüne çok memnun olduğu her halinden belli olan Muhammed Bey’in yanına vardı. Bilal, gezilerinin bittiğini ve artık dönme zamanının geldiğini anlatıyordu ki içeriden yükselen sesler konuşmalarını böldü. Rehberleri ve içerideki görevli tartışıyordu. Bir sorunun olduğunu fark eden Muhammed Bey, Bilal’den müsaade istedi ve içeri girdi.

Az sonra rehberleri dışarı çıktığında biraz şaşkın bir yüz ifadesi vardı. Hemen arkasından çıkan Muhammed Bey, Bilal’e yaklaştı ve küçük bir sorun olduğunu, ama kolayca çözdüklerini söylerken önce gülümsemiş, sonra da sağ gözünü kırpmıştı. Çok memnun olan Bilal, aynı zamanda duygulanmıştı da. Henüz bir şey söyleyememişti ki herkesin otobüse bindiğini fark etti. Muhammed Bey’e çok teşekkür edip ayrılırken, çantasından çıkardığı bir kraker paketini ona uzattı. “Please, give to Zehra” dedi ve otobüse doğru koşmaya başladı.

Otobüse bindiğinde, rehber az önce başından geçenleri anlatmaya başlamıştı:

– Girişte Aysel Hanım’ın pasaportuna pul yapıştırmayı unutmuşlar. Ben ne kadar bu hatanın bizden kaynaklanmadığını söylediysem de adam Nuh diyor, peygamber demiyordu. Ve bu da ciddi bir sorunumuz olduğu anlamına geliyordu. Yani adam eğer isterse bizi saatlerce burada tutabilir, hatta suçlu gösterebilirdi. Ama Allah’tan böyle bir sıkıntı olmadı. Çünkü az sonra başka bir görevli Hızır gibi yetişti, bunun kendi hataları olduğunu, pulu yapıştırmayı unuttuklarını söyledi ve geçiş mührünü bastı.

Rehber bunları anlatırken ne onun, ne de otobüsteki başka birisinin haberi vardı Bilal’in Muhammed Bey’le olan arkadaşlıklarından. Rehberin bütün bu anlattıklarını morali bozuk olarak dinleyen Bilal’i asıl üzen şeyse, az önce otobüse bindiğinde şoförün söyledikleriydi:

“Hocam neredesiniz? Bir sefer olsun vaktinde gelin lütfen. Daha Türkiye gümrüğünde de işimiz var?”

12 Aralık 2011 Pazartesi

Hangisi daha önemli?


Önemli bir icat...





Daha da önemli bir icat...
Telefonunuz istediğiniz kadar fonksiyonel olsun ;
ama şarjı bitince hiçbir özelliği kalmıyor :) 
USB kablosunun ne kadar önemli bir icat olduğunu dün yakinen hissettim.

6 Aralık 2011 Salı

Asr-ı saadetten gelen bir öğüt

FUNDA DEMİRER'in yazısı

Nebevi Nefes / Ömer bin Abdülaziz (1)
 
“Süleyman bin Abdülmelik Ebu Hazm’a; “ölümü merak ediyorum Ebu Hazm. Ölümü neden sevmeyiz?” diye sordu. Ebu Hazm bir müddet Süleyman’a baktı ve “Çünkü” dedi,“biz dünyayı tamir edip, ahireti harap edenlerdeniz. Mamur ettiğimiz yeri bırakıp harabeye gitmek kimin hoşuna gider.”
 
Belki bütün o İslam tarihine gölge düşüren olayların özetiydi bu cevap. Benliğin, ırkçılığın, tarafgirliğin iktidarına kurban edilen her şeyin ve herkesin ahiret gibi dünyayı da azap içinde bıraktığının özetiydi bu soru. Ama kitap beni bu yönünden öte adındaki “Nefes”in hüznüne çekiyordu.
 
Kaç zamandır Kur’an-ı Kerim ve Kur’an-ı Kerim’e her gün biraz daha yaklaştıran Risaleler dışında kitap okumuyordum. Tarihi romanları hep risk olarak görmüşümdür, hele dini bir şahsiyet söz konusu olduğunda daha bir hassaslaşıyor konu. Zira eseri ortaya koyan yazarın/sanatçının hedef kitlesini heyecana getirmek çabasına hakikatin feda edilmesi ne sanat, ne edebiyat adına kabul edilmiyor. Hakikat’ten aldığım ilk derslerden biri olmuştur. Bu sebepten çok okunanlardan/çok konuşulanlardan/çok satanlardan çekinmişimdir hep.
 
Nesil Yayınlarından çıkan kitabı ilk gördüğümde evvela ismi heyecanlandırdı. Son zamanlarda aldığım dersler hep rububiyet-nübüvvet-ubudiyet kapılarına götürüp bırakırken ruhumu, Nebevi Nefes sadece ismiyle bile o kapılardan geldiğini üflüyordu. Ki Kitabı okurken yazar da bu hassasiyeti duyduğunu, anlatımdaki edep tavrı ve ihtiramı ile hissettiriyor.
 
Nebevi Nefes öyle heyecandan heyecana sürükleyen bir kitap olmadı beni. Bir sahabe hayatı okur gibiydim. Bir nefeste de okumadım, aksine günlerce teenniyle devam ettim kitaba, özellikle uzattım okumalarımı. Çünkü o Nefeste Nebi (aleyhisalâtü vesselâm)’den daha çok kokular duymak istedim.
 
Her halini Kur’an ve Sünnet üzere yaşamaya adamış Ömer bin Abdülaziz’in hilafetinde bu yolda, hatta zirvesiyle yaşadığının anlatıldığı kitap O’nun siyasi şahsiyetinden öte kulluğuyla dikkat/imi çekiyor. Çocuk Ömer bin Abdülaziz, genç, eş, baba ve nihayetinde Halife Ömer bin Abdülaziz’i hep aynı muhabbet yetiştiriyor, hep aynı korku titretiyor.
 
Ne yetiştiği neslin, ne muhaliflerin öfke ve nefretinden beslenmeyen, abd olmanın derdine düşmüş bir İnsan. Yaşadığı zamanın ve zeminin şartlarına göre değil, Rabbinin kanunlarına göre hareket eden ve bu düsturlarla muamele eden bir Şahsiyet. Mü’minlerin halifesi vazifesini Dört Halifenin izinde, bütün o zulümlerin ortasında layıkıyla yerine getirmiş bir Lider. Teslim olmuş bir ömrün hangi makamda olursa olsun Sultan olacağının dersi çıkartılıyor O’nun hayatından.
 
Emeğiyle, hassasiyetiyle, hüzünleri ve belki iktidarlara dair müjdeleriyle dimağımıza almamız gereken bir kitap. Kıymetli ikram Arslan Beyefendiye koşuşturmacalarımız içinde bizi yeniden tanıştırdığı bu Nebevi Nefes için tebrik ve teşekkürlerimi/zi sunarken, yeni çalışmalarına dualarımız olsun. Çünkü Ömer bin Abdülaziz’i daha bir sevdik ve çok öğütler aldık Nebevi Nefesten.
 
1) “Nebevi Nefes-Ömer Bin Abdülaziz”  İkram Arslan/ Nesil Yayınları

2 Aralık 2011 Cuma

Tarih Önden Gitsin, Ben Yetişirim (24)


Kısa bir zaman dilimine çok şey sığdırdıkları gezileri son bulmuş, artık Suriye’den ayrılma zamanı gelmişti. Halep’ten yola çıktıklarında herkeste buruk bir mutluluk vardı. Gezemedikleri çok yerin olduğunu biliyorlardı. “Keşke daha uzun süreli bir programa katılsaydık” diye düşünenler yok değildi.

Bütün bu düşüncelerle şehirden çıkıp çevre yoluna girdiklerinde, üst geçidin tam ortasına itinayla yapıştırılan Beşir Esat posterinin artık sonuncusu olmasını temenni ettikleri sırada rehber mikrofonu alıp ayağa kalktı ve arkasından kısaca gezi hakkında değerlendirmede bulundu. Aslında hem Şam’da, hem Halep’te, hem de Suriye’nin diğer bölgelerinde gezilecek çok sayıda tarihî yerlerin olduğunu, fakat kısa bir gezi programıyla ancak bu kadarının yapılabileceğini söyleyince, yorgunluktan bitap düşen herkes rehbere hak vermişti. Herkesten çok memnun kaldığını söyleyen rehberin Bilal’e dönmesi, onu huzursuz etmişti. Yine içinden “Haklılar” diye geçirdiği halde biraz fazla üstüne gelindiğini de düşünmemiş değildi.

Rehber bu sefer farklı bir şey yaptı. Herkesi tek tek mikrofona davet edeceğini ve gezi hakkında düşüncelerini paylaşmalarını istediğini söyledi. Önce gönüllü olarak konuşmak isteyenlere söz hakkı verdi. Rehberin arka taraflardan birisine işaret ettiğini görünce kimin geleceğini tahmin etmişti.

Gelen Babacan Halil Amca’ydı. Grubun yaşça en büyüğü olan Halil Amca, kurduğu güzel cümlelerle rehberden, bu gruptaki herkesten ve tur görevlilerinden çok memnun kaldığını belirttikten sonra herkesten helallik istedi.

Halil Amca’dan sonra iki gönüllü daha geldi. Gönüllülerden sonra sadece birkaç kişi konuştu. Bunlardan biri de Bilal’di:

“Ben bu tur firmasını internetten buldum. İlk olarak yorumlarına baktığımda memnun kalmayan bir tek kişi görmedim. İnternette arattığımda da hep olumlu yorumlar görünce hemen telefon edip yer ayırttım. Ancak ben böyle bir tur istemiyordum. Hem gezip hem de eğlenebileceğimiz bir tur programı düşünüyordum. İlk başlarda çok garipsemiştim. Çok sıkıcı olacağını düşünmüştüm. Ama zamanla hoşuma gitmeye başladı. Güzel şeyler öğrendim. Şimdi ben de internette yorumlara hak veriyorum. Hepinize çok teşekkür ediyorum. Her zaman elimde olmayan nedenlerle geç kaldım. Lütfen hakkınızı helal edin.”

Rehberin zoruyla konuşan Bilal’den sonra sıra Hüseyin’e gelmişti. Ancak Hüseyin konuşma yapmayacaktı. Sesi oldukça güzel olan Hüseyin bir ilahi okuduktan sonra bir tane istek parça geldi. Sonra bir tane daha... Kısık sesle Hüseyin’e eşlik eden çok kişi olmasına rağmen alkışla tempo tutan tek kişi Halit Bebek’ti.

Yorulduğu için biraz ara vermek isteyen Hüseyin, tekrar başlamak zorunda kaldı. Çünkü Halit Bebek onun susmasını istememişti. Hüseyin söylemeyince ağlamıştı.

Hüseyin’den sonra mikrofonu alan rehber anlattığı anekdot ve fıkralarla herkesi gülmekten kırıp geçirmişti. Az sonra konuşmaktan yorulan rehber de mikrofonu bırakınca, birazdan varacakları gümrüğe kadar sürecek olan sessizlik başlamış oldu.

Vakit Asr...

Vakit asr, asr vakti... Asr namazını eda vakti... Ebedilerden gönderilen ebedîlik davetine faniler canibinden icabet vakti... Bir “Ben de varım” ilanı...

Vakit asr, ikindi vakti... Az sonra bitecek bir “asr” vaktini, hiç bitmeyecek asırlara dönüştürme vakti...

Vakit asr, hem de ne asr! Zamanların sonuncusu, ahir asır... İyiyle kötünün birbirine en yakın olduğu, doğruyla yanlışın tefrikinin müthiş zor olduğu bir asır...

Ey bu asrın sahibi! Binbir türlü şeytanî tuzaklarla bezeli, nefsanî engellerle döşeli yollardan iman selametiyle, sarsılmadan ve savrulmadan ilerleyebilmeyi ve nihayetsiz merhametine ulaşabilmeyi, bu asrın evlatlarına nasip eyle!

Zira yollar çok karışık bu ahir asırda...

Vakit asr, ikindi vakti... Az sonra bitecek bir “asr” vaktini, hiç bitmeyecek asırlara dönüştürme vakti...