27 Temmuz 2011 Çarşamba

Unuttuk - Senai Demirci

Anlamak 2

 
Birkaç hafta önce Moral FM’de Kenan Demirtaş’ı dinledim. Tanık olduğu bir olayı anlatarak bir ayetin tefsirine değindi. Bu, aynı zamanda bir ayet-i kerimeyle ilgili bendeki bir düğümü de çözmüş oldu.

Seyyid Kutup’un kardeşi Muhammed Kutup, pek çok İslam ülkesinde konferanslar vermiş. Buralarda anlattığı konu, Maide suresinde arka arka geldiği söylenebilecek “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerin, zalimlerin, fasıkların ta kendileridir” ayetleri imiş. Bu konferanslarda, ağabeyinin bu ayetlere yaptığı tefsirin tashihe ihtiyacı olduğunu dile getirmiş. Yani Seyyid Kutup bu ayetlerin çok açık olduğunu, Allah bir şeyi yap dediğinde eğer insanlar yapmıyorsa, onların kâfir olacağını dile getiriyormuş.

Mesela bir memur çalıştığı yerde Allah’ın hükümlerine göre çalışmıyorsa kâfir mi olur? Bir esnaf dükkânında yaptığı satışı başka kurallara göre yapıyorsa durumu ne olacak? Ya bir çiftçinin durumu? Bir doktorun, bir mühendisin...

Mustafa Kutup’un bu konferanslara başlamasının nedeni de çok ilginç. Suriye’de 1980’li yılların başında bazı ayaklanmalar olmuş. Bu ayaklanmayı yapanların gerekçesi, Seyyid Kutup’un Maide suresindeki bu ayet-i kerimeleri tefsir ederken anlattığı şekilde insanların hükmetmemesi, davranmamasıymış. Seyyid Kutup’un tefsirine dayanarak ayaklanmışlar ve buna razı olmadıklarını, Allah’ın hükmünü başa geçirmek istediklerini dile getirmişler. Yani durum oldukça tehlikeli bir noktaya gelmiş.

Hal böyle olunca, Muhammed Kutup, burada bir hatanın olduğunu, İslam müfessirlerinin bu ayeti böyle yorumlamadıklarını dile getirmek istemiş ve önce Suriye’de bunu dile getirmiş. Daha sonra talepler doğrultusunda bu konferanslar artmış ve pek çok İslam ülkesinde yapılmış. Bu meselenin doğru anlaşılması için önemli gayretleri olmuş.

Aslında bu ayetleri izah eden çok sayıda müfessir olmuş. Onların izahlarına da bakılırsa ayet daha iyi anlaşılır. Mesela ilk müfessirlerden sayılan İbni Abbas radıyallahu anh (Peygamber efendimizin amcasının oğlu olup onun ilim duasına mazhar olmuştur), “ve men lem yahkum” ayetini, “ve men lem yusaddik” şeklinde anlamak gerektiğini bildiriyor. Yani “şayet iman etmezse” gibi bir kayıt düşmek gerektiğini bildiriyor. Allah bir hüküm bildiriyor ve insanlar bu hükmü kabul etmiyorlar, tasdik etmiyorlarsa, işte o zaman bu ayet-i kerimenin bildirdiği kâfirler, fasıklar, zalimler sınıfına girmiş olurlar. Tıpkı imanın bir şartını kabul etmemesiyle insanın dinden çıktığı gibi, burada da Allah’ın bir hükmü inkâr edildiği zaman dinden çıkıp kâfirler zümresine girilmiş olur.

Diğer türlü (yani inanç açısından ele alınmazsa) o zaman karşımızda ciddi bir sorun var demektir. Mesela Allah namaz kıl dediği için namaz kılıyoruz. Namazı tatbik etmediğimiz zaman ne olacak? Allah’ın hükmüyle hükmetmemiş oluruz. O zaman kâfir mi oluruz? Oysa bunun dinî literatürde zaten bir karşılığı var ki, ona günah diyoruz biz. Yani bir mümin inandığı halde inancının gereğini yerine getirmiyorsa ona günahkâr deniyor, kâfir denmiyor. Şayet “namaz yoktur, inanmıyorum” diyorsa, o zaman Allah’ın hükmüyle hükmetmemiş olup bu ayetin hükmü dâhiline girmiş olur.

Elbette burada aslolan hem tasdik etmek, hem yerine getirmektir. Yoksa yerine getirmiyorsa kâfirdir denmez.

İşte bizim yıllar önce o arkadaşımızla uzun uzadıya tartışıp da bir türlü neticelendiremediğimiz konu buydu. O arkadaşımız, bu ayetlere atfen, ısrarla “Bir mümin her hareketinde Allah’ın emirlerini yerine getirmeli” diyordu. Aksi takdirde dinden çıkacağını söylüyordu. Keşke o zaman İbni Abbas’ın (r.a.) bu izahını biliyor olsaydım. Çünkü bu sayede o arkadaşım daha az insanın kafasını karıştırırdı.

NOT: Buradan kesinlikle Seyyid Kutup’un tefsirini tahfif ettiğim gibi bir mana çıkmasın. Bilakis Fî Zilâli’l-Kur’ân tefsiri çok değerli bir külliyattır. Bir ayetin tefsirinin tashihe ihtiyacı olduğunu (başta kardeşi olmak üzere) âlimler dile getiriyorlar. Yoksa bir müfessirin izahına tashih yapmak benim haddim değil.

17 Temmuz 2011 Pazar

Anlamak

Sonbaharın son akşamlarından biriydi. Kış yavaş yavaş kendisini hissettirir diye beklerken, soğukluğu iliklerimize kadar hissettiğimizden midir nedir, ısınacak bir yer aramıştık dakikalarca. Ayaküstü yaptığımız yarım saatlik konuşmadan her iki taraf da tatmin olmamış, daha sıcak bir ortamda konuşmamızı sürdürmek niyetiyle bir taraftan hararetle konuşurken bir taraftan da sıcak bir yer aramaya koyulmuştuk. Neyse ki konuşabilecek bir yer bulmuştuk.

Tebessüm eşliğinde getirdiği çayları masamıza bırakan garson ayrıldığında konuşmamız çoktan demini almıştı. Oldum olası kahvehaneleri sevmem. Doğup büyüdüğüm yerin küçüklüğüne oranla hiç de azımsanmayacak, küçümsenmeyecek sayıdaki kahvehanelerine ve buralardaki insan yığınlarının hummalı konuşmalarına her gün şahit olduğumdan ve o sıralar kapalı yerlerde sigara içilmesinde bir mahsur olmamasından mütevellit soba borusundan çıkan dumana rahmet okutacak yoğunlukta dumanın camlardan, kapılardan dışarı taşmasından ve bunun da benim mekanizmamda büyük tahriplere neden olmasından olsa gerektir ki orada içtiğim çaylardan çok haz duymam. Bilakis bir bardağı bitirene kadar bir hal olurum. Ama o gün içtiğim çayı nasıl bitirdiğimi hiç hatırlamıyorum. Hatırımda kalan tek şey, az önceki tebessümüyle tekrar gelen garsonun elini uzatırken önümden aldığı bardağın boş olduğuydu.

İki saate yakın bir süre de kahvehanede devam eden sohbetimizden bir netice alabildik mi? Hayır. Ne o ısrarından vazgeçti ne de ben onu ikna edebildim. Onun beni ikna etmek için anlattığı şeylerden çok az kısmı aklımdı. (Eminin aynı şey onun için de geçerlidir.) Ancak o gün öğrendiğim çok önemli bir şey oldu. Aslında bildiğim bir şeydi; ama o gün daha bir pekişmiş oldu. O da, bir mesajın doğru olması kadar, doğru anlaşılmasının arz ettiği önemdi. Konumuz bu değildi; mesajın doğruluğu ya da doğru anlaşılması değildi. Ama bunu öğrenmem açısından mühimdi.

Düşünsenize, biri size bir mektup gönderiyor ve sizden bir şey yapmasını istiyor. Ama siz o mektuptaki mesajı yanlış anlıyorsunuz ve uygulamaya koymaya çalışıyorsunuz. Ya da bir iş yerinde çalışıyorsunuz ve müdürünüz sizi bir şeyi “yapma” diye tembihliyor, ama siz “yapmak” gibi anlıyorsunuz.

Kavramlar çok önemli. Bir konuyu hakkıyla anlayabilmenin yolu, o konudaki kavramların bilinmesinden geçiyor.

Söz konusu Kur’an olunca daha bir ciddiyetle yaklaşmak gerekiyor. Ayetlerde anlatılan bir kavram anlaşılmadığı zaman insanlar yanlış hüküm verip, yanlış uygulamalara girebiliyorlar.

İşte, o arkadaşımla uzun uzun konuşup da bir neticeye varamadığımız konuşmanın bana kazandırdığı en önemli mesaj bu olmuştu. O gün konuştuğumuz asıl konu mu? Asıl konu bundan daha mühim. Onunla ilgili ileriki yıllarda öğrendiğim çok önemli bir ayrıntı oldu. Onu paylaşacağım inşaallah. Ama sonraki yazıda...

15 Temmuz 2011 Cuma

Berat Gecesi



Bu gece ki saklıdır içinde bir yılın fihristesi
Mübarek olsun cümle âleme ol Berat gecesi


11 Temmuz 2011 Pazartesi

Karma Eğitim

Karma eğitim cidden gençlerin verimini düşürüyor. Belki ilkokulda mazur görülebilir ama ortaokul ve lise gibi duyguların karmakarışık olduğu dönemlerde karma eğitim öğrencilerin başarısını zedeliyor. Öğrenciler kendi kapasitelerini tam olarak gösteremiyorlar. Bizim karnelerde gördüğümüz notlar onlar hak ettiği notlar değil.

Bu mevzu uzun zamandır benim zihnimi kurcalayan bir konuydu. Kıymetli dostum Ahmet Ay’ın çok kısa bir zaman önce yayınlanan Gariplikler Pusulası isimli kitabında bu konuyu görünce ve o günlerde de lisede okuyan bir yeğenim bize ziyarete gelince bunu kaleme alma ihtiyacı hissettim. Ahmet Ay imzasını taşıyan kitap, lise hatıralarını aldığı yerde “Allah’ım, bu okullar, bu karma eğitim, gençler birbirine âşık olsunlar diye mi kurulmuş acaba? Başka işimiz kalmamış gibi bütün gün bunları konuşurduk. Kim kimi seviyor, kim kimle takılıyor, kim kimin peşinde...” açıklamasını yapıyor. Gerçi Gariplikler Pusulası bir roman... Ama arada bir bu tarz ilginç noktalara yaptığı ince temasları var ki ben tarzını çok beğendim.

Neyse... Sevgili Ahmet’in burada temas ettiği gibi, gençler derslere ayırdığı vaktin çok daha fazlasında birbirinin “aşk”larını konuşuyor. Buna ne kadar aşk denir, o da tartışmalı bir konu ama neticede karma eğitimde gençlerin verimi çok azalıyor. Gelin görün ki bugün ülkemizde karma eğitim zorunluluğu var. Maksat kız-erkek ayırımı yapmamak, adaletli davranmak... Ama burada adaletsiz bir adalet gözetildiği hemen dikkatlere çarpıyor. Çünkü adalet, aynı özellikte olanlar arasında yapılır. Kızlar arasında ya da erkekler arasında bir adaletsizlik varsa, o konu gündeme getirilsin. Ama kız ve erkek dendiği zaman durum çok farklı boyutlar kazanıyor. Kız ve erkek aynı şey demek değil. Duygular farklı, eğilimler farklı, istekler farklı, hatta öncelikler bile farklı... Bu kadar farklılıkla birlikte aynı kriterlere tabi tutulmaları hiç de adalet olmasa gerektir.

Türkiye’de bu yapılırken, eminim biz de artık yeterince çağdaşlaştık havasına girilerek böyle bir karara imza atılmıştır. Oysa aynı durum çağdaş ülkelerde bile farklı şekillerde yapılıyor. Eğitimci Yazar Ali Erkan Kavaklı’nın bu konuyla ilgili kaleme aldığı bir kitabı var. Karma Eğitim ismini taşıyan bu kitapta verilen çok sayıda örnekler var. Mesela Almanya örneği yer alıyor. Almanya’da karma eğitimin olumsuz yönleri dikkat çekmiş olmalı ki, eğitim bakanı hiç olmazsa çok dikkat gerektiren bazı alanlarda bu uygulamadan vazgeçilmesi gerektiğini dile getiriyor ve sonucu daha net görebilme adına müfettişlerin raporlar hazırlamasını istiyor. Kendi öğrencilik yıllarında yaygın olan karma eğitimi anlatırken de “Karma eğitimin erkeklerle kızlar arasında şans eşitliğini sağlayacağına inandık. Meğer bu aşırı iyimser bir bakış açısıymış” diyor.

Bu konuyla ilgili çok araştırma var. Hatta araştırmaların pek çok uygulamaya geçmiş durumda. Amerika, Avrupa gibi pek çok ülke kız ve erkek okullarını çoktan ayırmış durumda. Kendi yaptıkları gözlemlere dayanarak böyle bir kanaate vardıklarını belirtiyorlar. Örneğin kız üniversitelerinden mezun olan kadınların hem bilimsel çalışmalarda hem de özel iş alanlarında daha başarılı olduklarını ifade ediyorlar.

Aslında bu konuda ciddi ilmî araştırmalara gerek yoktur kanaatimce. Herkesin kendi öğrencilik yıllarını gözden geçirmesi yeterli olacaktır. Duyguların en hareketli olduğu dönemler... Bu konuda bakanlığın acilen bir şeyler yapması gerekiyor. Özellikle bu kadar özendiren dizilerin, filmlerin olduğu dönemlerde bu karmaşa bir sınır konulması kanaatindeyim.

Eğitime önem vermek lazım diyorsak, gençlerin eğilimlerini ve duygularını nazara alarak bir müfredat ve sistem hazırlanması kanaatindeyim. Ne de olsa geleceğimiz onlardır. Ne de olsa onlar geleceğimizdir.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Gariplikler Pusulası


Türkiye’de okunan kitap türlerine baktığımız zaman romanın başı çektiği, diğer türlerin çok cılız bir seyir izlediği dikkatlerimize çarpıyor. En basitinden bir otobüste, tramvay ya da vapurda dikizlediğimiz kitapların kahir ekserisinin roman olduğunu fark ediyoruz.
Romana olumsuz bakmam değildir bunları söylememin nedeni. Aksine, roman okumayı önemli buluyorum. Kitap okuma alışkanlığı kazandırdığı ve okumayı sevdirdiği de unutulmamalıdır. Hele hele bugünkü kitap okuma oranlarına baktığımızda karşımıza çıkan tabloyu görünce, roman okumaya daha bir önem atfediyorum. İstatistikler, bu oranın yüzde 5 civarında olduğunu söylüyor. Şimdi düşünüyorum da, roman olmasaydı acaba kitap okuma oranı hangi seviyede olacaktı?
Roman okumak önemli. Ancak Türkiye’de yayınlanan romanların yarısından fazlası yabancı yazarlara ait. Çünkü adı bilinen belli başlı yazarlar haricinde pek fazla romancımızın olduğunu söyleyemiyoruz maalesef. Olanlar da isimleri duyulmadığından mıdır nedir, gün yüzüne çıkmasıyla kaybolup gitmesi bir oluyor.
Ancak yüzümüzü güldüren gelişmeler de olmuyor değil. Örneğin şu an masamın üzerinde bulunan ve bugün sizlerle paylaşmak istediğim kitap da bunlardan bir tanesi. Gariplikler Pusulası ismini taşıyan bu kitap, Ahmet Ay imzasını taşıyor. Bu kitap, Sevgili Ahmet’in ilk romanı. Ama daha önce Şeytanla Satranç isimli bir kitabının yayınlandığını da burada not düşmem gerekiyor. Bu bir roman değildi. Ancak bence bu, bir roman yazarı için olumsuz bir şey değil. Yazarın kaleminin üstünlüğünü ve farklı üsluplarda yazabileceğini kanıtlar. Bu arada şunu da bir sır olarak paylaşayım. Sevgili Ahmet’in bitirdiği, inceleme aşamasında olan bir romanı daha var. Bunu söylememe Ahmet izin verir miydi bilmiyorum ama Ahmet’in boş durmadığını, kısa zamanda çeşit çeşit romanlarını okuyacağımızı söylemek istiyorum.
Lafı çok uzattım. Şimdi... Gariplikler Pusulası, ismine bakıp da içeriği tahmin edilebilecek bir kitap değil. Hayattan kopuk düşünülemeyecek kadar gerçek sahnelerle dolu bir örgüye sahip.
Kahramanımız, başından geçen ilginç ve dikkat çeken olayları içtenlikle anlatıyor. Öyle ki, sanki bir kadim dostunuz, gözlerinizin içine bakarak yıllardır sakladığı sırlarını sizlerle paylaşıyormuş gibi bir izlenime kapılıyorsunuz ve kendinizi olayın geçtiği yerlere yakın bir muhitteymişsiniz gibi hayal ediyorsunuz. Ama elbette bunun nedeni başka... Bunu sonradan anlıyorsunuz. Nasıl mı? Söyleyemem :) Siz kendiniz okumalısınız. Ben söyleyip de efsununu kaçırmak istemiyorum.
Hemen şunu belirtmem iyi olacak. Kahramanımız küçük yaşta annesini kaybettiği ve anne şefkatinden erken yaşta mahrum olduğu için ölüm konusu üzerinde biraz duruyor. Ama “ölüm” kelimesi geçti diye kimse karamsar bir havası olduğu zehabına kapılmasın. Bilakis ölüm teması çok ustaca işleniyor. Ayrıca içinde ölüm olmayan roman ve film yoktur diye tahmin ediyorum. Özellikle Batı meşeli filmlerde izlediğimiz ölüm sahnelerini kimimizin midesi kaldırmıyor.
Her neyse... Kahramanın bilinçaltına yerleşen ölüm duygusu ara ara hissettiriyor kendisini. Ama dilin ustaca kullanılışı, ölümün soğuk yönünü pek hissettirmiyor. Hatta kitap bittiğinde diyorsunuz ki “Ölüm bu kadar güzel miydi?” Bu başarıda esprili anlatımın da büyük payının olduğunu söylemeliyim.
Tabii konuşma esnasında kendi fikirlerini paylaşması da çok hoş olmuş. Özellikle bazı konularda yaptığı ince göndermeler kitaba farklı bir mizahî tat katmış. Mesela karma eğitim sistemine birkaç kez temas ediyor ve bunu doğru bulmadığını ifade ediyor. Benim de nispeten katıldığım bir konudur bu. Ortaokul ve özellikle lise yıllarını hatırlayacak olursak, kitapta değinildiği gibi, duyguları tam oturmamış insanlar his yanılmasına kapılabiliyor. Her tarafta konuşulduğu için midir nedir, bir arkadaşına ya da bir öğretmenine âşık olduğunu sanabiliyor. Öyle olunca dersler, kitaplar, yazılılar, notlar, yani “okul” çok sıradan geliyor öğrencilere.
Kitapta hoşuma giden özelliklerden bir tanesi de karakterlerin tahlil edilişi. İç dünyaları, düşünceleri, özellikleri başarılı bir şekilde okuyucuya anlatılıyor. Bence bir kitapta ana karakterler başarılı bir şekilde verilebilirse, okuyucu, olaylar örgüsünü daha rahat çözebilir. Burada gizemi çözmekten bahsetmiyorum. Yani önünü görerek adım atabilmek...
Kitaptaki olaylar üzerine fazla konuşmak istemiyorum. Çünkü okumak isteyip de henüz okumayan kişilerin, okudukları romanın en önemli özelliği olan, “gizem” haklarına müdahale etmiş olurum diye düşünüyorum.
Bir romanın en önemli özelliklerinden biri, sürükleyici olması. Peki Gariplikler Pusulası öyle mi? Evet. Baş taraflar biraz durgun gelebilir belki. Tabii o da pek çok romanda vardır. Bunun nedeni, henüz karakterleri, çevreyi, konuyu bilmememizdir. Ama sayfaları çevirdikçe, olaylara aşina olunca artık elden bırakası gelmiyor insanın. Bir an önce bitireyim diye uykusuzluğu bile göze alabiliyor insan. Bu nedenle size tavsiyem, erken saatlerde elinize almanız :)
Hele kitabın son kısmı çok harika. Anlatıp da gizemine halel vermek istemiyorum. Ama o son bölüm beni çok duygulandırdı. Kitap zirve noktasında bitiyor diyebilirim. Hem de bir düşüş yaşatmadan. Zirvede bırakıyor okuyucusunu.
Efendim, kıymetli kardeşim Ahmet’in Esen Kitap tarafından yayınlanan Gariplikler Pusulası kitabı için bir şeyler söylemeye çalıştım. İnşaallah Ahmet Ay imzasını taşıyan daha pek çok kitap haberini beraber okumak nasip olur. Ama burada şu düşüncemi paylaşmama müsaade edin. Yıllar sonra Türkiye’nin tanınmış yazarları sayıldığında, Ahmet Ay isminin de anılacağına kaniyim. Tabii bunu zaman gösterecek. Yaşayan görecek. Görelim Mevla neyler? Neylerse güzel eyler.
Bu arada Sevgili Darbe’nin bu kitapla ilgili yazısına bakmanızı da tavsiye ederim. Okurken keyif alacağınıza eminim. Çok içten bir yazı... Buradan ulaşabilirsiniz.

İkram Arslan